31 Ekim 2013 Perşembe

ORİBASUS

Bugüne kadar aldığım en nadide hediyelerden biri Oribasus. 
Geçen yıl Yüksek Lisans dersime Komor adalarından (Comores) gelen (Madagaskar'ın kuzey batısında) bir öğrencim, yalnızca oraya özgü bir kelebek cinsi olan Oribasus hediye etti...
Hint Okyanusunun uçsuz bucaksız sularında, Afrika'nın eşiğinde, Comores'lara nereden uçtu ki? 
Kim getirmiş ola veyahut? 
Ne acaip bir güzellik, ne rahatsız edici bir renk, ne kadar şatafatlı ve heybetli kanatlar...
Ada kelebeği Oribasus...
Sen bana, buralara nasıl geldin acep? 
Dur sana şöyle anlatayım:
bilmez misin, burası İstanbul; 
uzak dursam için için kemirir, 
içinde olsam demiri eritir, 
kenarından baksam törpüler, 
boğazdan karşıya geçsem ayrı bir alem, 
bu yakada kalsam kanatlarım lodos ister, 
kaçsam kurtulsam bu şehirden bir an önce desem; 
tırtıllar daha kozada...
kapasam gözümü yaşamıyor gibi yapsam; 
soğuktan üşüyorum o zaman...
koysalar beni de senin gibi bir camın arkasına, 
capcanlı görünsem senin gibi, ölüyken...
velhasıl-ı kelam; hoşgeldin Oribasus



30 Ekim 2013 Çarşamba

PÜR İNSAN, SAF MÜZİK

Bu insanları tabii, kavanozda, pamuklara sararak filan yaşatmak lazım. 
Nerede 'üstad' acaba bu aralar ? 
Her neyse; öyle bir şeyler bıraktı ki, maziden halka halka genişleyip geleceğe akmaya devam...


29 Ekim 2013 Salı

Così diventò tutto piccolo

Qui dove il mare luccica
e tira forte il vento
su una vecchia terrazza davanti al golfo di Sorrento
un uomo abbraccia una ragazza
dopo che aveva pianto
poi si schiarisce la voce e ricomincia il canto:

Te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
e' una catena ormai
che scioglie il sangue dint' e' vene sai...

Vide le luci in mezzo al mare
pensò alle notti la in America
ma erano solo le lampare
e la bianca scia di un'elica
sentì il dolore nella musica
si alzò dal Pianoforte
ma quando vide la luna uscire da una nuvola
gli sembrò più dolce anche la morte
Guardò negli occhi la ragazza
quegli occhi verdi come il mare
poi all'improvviso uscì una lacrima
e lui credette di affogare.

Te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
e' una catena ormai
e scioglie il sangue dint'e vene sai...

Potenza della lirica
dove ogni dramma e' un falso
che con un po' di trucco e con la mimica
puoi diventare un altro
Ma due occhi che ti guardano
così vicini e veri
ti fanno scordare le parole
confondono i pensieri.

Così diventò tutto piccolo
anche le notti la in America
ti volti e vedi la tua vita
come la scia di un'elica.

Ah si, e' la vita che finisce
ma lui non ci pensò poi tanto
anzi si sentiva felice
e ricominciò il suo canto:

Te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
e' una catena ormai
che scioglie il sangue dint'e vene sai... Te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
e' una catena ormai
che scioglie il sangue dint'e vene sai...

29 EKİM

Bir çok akademisyenin - mucit ve gerçek teorisyenleri dışarıda bırakırsak ki ben onlardan biriyim, anlamışsınızdır:)) - birşeyler konuşabilmesi, akademisyenliğini doya doya yaşayabilmesi :))  için bir temele, kurama veya 'yapılmışa' ihtiyacı vardır. Bunlar yoksa bir de o akademisyenin araştırma ve 'faydalı bilgi' oluşturma kapasitesi kısıtlıysa, durum fena oluyor...

Bir de bazımızda tepeden tırnağa, herşeye aykırı görünme hastalığı vardır ki, ben ona 'deri görünümlü plastikoloji sendromu' diyorum, ancak bu şekilde gündemde yer bulabiliyoruz...

Örneğin, çek Atatürk'ü, Marx'ı, Smith'i, Jung'u, Schopenhauer'ı vb. zeminden, çoğumuz geriüstü:)) oturur kalırız zeminde...

Yapanla-konuşan arasındaki fark yani...
Bazen, bazılarımızın dilinin ucuna gelen; 'sen ne yaptın peki birader konuşmaktan başka?' refleksi yani...

Peki konuşan olmazsa daha iyiye nasıl ulaşacağız? 

Tabii ki konuşacağız da sadece ahkam keserek değil veya göz göre göre sadece kötüleyerek eleştirerek değil...veya tam tersi yapay yüceltmelerle değil... 
Yani kritik ederek, sadece eleştirerek değil...arasında ciddi nüans var.

Bu son 10 yıldır; dönemselliği tamamen gözardı ederek, o dönemlerin kültürel örüntüsünü ve sosyal psikolojisini gözardı ederek nalına mıhına mantık ve bilim dışı vuran sayısında ciddi patlama görüyorum. 

Ünvanını, varoluşunu, 'şöhretini', entelektüel birikimini ve gündem yaratma gücünü absürd eleştiri boyutuna çekenlerimiz çoğalıyor...bu benim gözlemim...katılırsınız katılmazsınız...

Bugün,29 Ekim ...

Atatürk'e vurmak daha çoook ekmek yedirecek... rastgele...

27 Ekim 2013 Pazar

MADNESS...VE HIM...

Direkt müziğe girelim...
Önce Madness...
Ne özlüyorum abileri...
Birinci şarkı, benim favorim; Baggy Trousers...
Sonra...tabii ki Our House...

Sonraki iki parça HIM'den.
Ben ilk 99'da 'Join me in death'le dinleyip Ville Valo'nun sesine çarpılıp gitmiştim. Finlandiya iyi rockçılar çıkartır her daim...
HIM'den önce Join me in death canlı performanss, sonra da Chris Isaac'in meşhuuur Wicked Game'i...pure rockk cover...
Yahu The Funeral of Hearts'ın da canlı performansını buldum ki vay vay vayyyy...onu da ekliyorum.
bıyrın


 
 

26 Ekim 2013 Cumartesi

ÖDEVİN CEVABI...

Evet? 
Çalışmadığınızı görüyorum...Niye hiç şaşırmadım acaba? Zamanında hocamız bize ödev verdiğinde biz teheyyy vb...
Eh madem bi hayrım dokunsun; 
Şimdi; nasıl kendinizi gerçekleştireceksiniz? 
Önce şuna cevap verilmesi gerekiyor; 
Ödevi yapmadığın verisinden hareketle, çalışmayı sevmeyen bir bünyen olduğunu varsayarsak - bu kesin de, akademik nezaketimi bozmayayım - (ceteris paribus olarak da iyi bir insansın, korpırıtta çalışıp günü yakalıyorsun, sigara ve kola sattıktan sonra evde bunların eyi olmadığını filan anlatıyorsun çucuğuna...vb. olsun) , bu durumda kendini gerçekleştirsen ne olur gerçekleştirmesen ne olur...anladın mı okur? 

E o zaman kendini gerçekleştirme çabanın, nöronlarında var olan iyi huylu akut bir istek olarak kalması kaçınılmaz...efendim? 

Peki ya ödevini yaptıysan ve utangaçlığından dolayı elini kaldırmadıysan? Ya da 'bi ben yaptım, arkadaşlar beni linç etmesin' psikolojisi (ve türevleri) içindeysen? '
Böyle bir durumda, zaten seni başkası gerçekleştirecek demektir. Yani hep akarsu arayacaksın şelaleden düşmek için, bir de seni suya itecek birini...

Yok; ben azimliyim illa gerçekleştireceğim kendimi diyorsan; benim ilgili eğitim silsileme katılacaksın. 'Hangi silsile bu?' diye sorarsan (ki sor), şöyle oluyor:
1) Egrimınt (Sana öğreteceğim ve uygulayacağım bilimsel metodların tamamı aramızda kalıyor...zaten kalmalı da..göreceksin...)
2) Açılış: İlk üç sitepin (açmısın tokmusun-emniyette misin nesin ve bir sevenin çorba yapanın var mı) tarafımdan tesbit edilmesini müteakip, bunlar henüz gerçekleşmemişse gerçekleşmesini sağlamak üzere kapı dediğimiz yardımcı elemanın açılarak araziye geri salınman ve tarafımdan makul bir süre beklenmesi...

3) İlk üç sitep varsa, odaya yardımcı iki elemanın alınması işlemi ve doğrudan dayak aşamasına geçiş...dayak atılırken kulağına rap formunda ilgili parçanın 93 kere çalınması: 

'Tok-Tok-Toksun sakır, 
sırtın iyi kötü sağlam yooo, 
birbuçuk sevenin de var 
pılas çorb-çorb-çorba da yapıyor kömüşşş....
daha ne istiyonnn, 
kendimi gerçekleştircem diye dep-dep-rapiniyon, 
eh ye hakettiğin dayağı, 
yap kendine kıyağı sakır...'

4) Pansuman, sevgi sözcükleri ve kötek hakkında dramatik yazarlık atölyesi ve ayrılış...


 

24 Ekim 2013 Perşembe

BLOG OKURUNA ÖDEV...KAZANCIMIZ BİLEK ZORU, ALLAHIM SEN BİZİ KORU...

Bir blog okuru istekte bulunmuş, sağolsun...
Müzik videosu istemiş...
Güzel kardeşim ben burada amme hizmeti vermiyorum ki, abraham abimin piramiti için yazıyorum. 
Bu arada Abraham'ın piramiti yok aslında, biziniz ve korpırıt daha iyi anlasın diye uydurulmuş bir şey o (düşün, korpırıtın EQ'sunu gari, onu bile ancak legoyla anlıyor)
Yoksa abraham niye piramitle anlatsın derdini kardeşim...neyse...
Benim gailem beni aşmış, üniversite üniversite geziniyorum, gergingergedandan halliceyim...müzik videosu, töbee...
Şimdi blog okuruna ödev verecem (serde Hocalıktan),
Ödev şu:
Herkes yarın geceye kadar kendini gerçekleştirecek !!!
Soracam; az gerçekleştirene az, çok gerçekleştirene çok not verecem...ortalarda dolananlardan hiç haz etmem...ya az ya çok...
ortak akıldan da nefret ederim, hiç bir işe yaramaz...
ortak akıl; ortalama akıldır, cin gibi fikirler eleğin üzerinde kalır, hep bilinen saçmalıklar süzülür...
Bu ödevle ilgili çok ciddiyim...Bak hep gülen yüzümü gördünüz, tersim haraşodur...madem zahmet edip bloğu okuyorsun, işte bedava, kendini deneyeceğin koçluk yapıyorum;
Kendini gerçekleştirirken neleri ve kimleri gerçekleştiremiyorsun ? Konun bu...
Anladın mı okur? Yoksa piramit??
Cevaplar hafta sonu gari...
Hadi müziksiz de bırakmayayım...
kendi isteğim haliyle...benim jenerasyon haliyle...
yani; ne varsa biz de var jenerasyonu:))
Ödev müziği...
Dağılabilirsiniz..



22 Ekim 2013 Salı

YILLARDIR ISRARLA BEKLENEN OĞUL ZENGİNGÖNÜL ALBÜMÜ LİSTELERDE BOMBA GİBİ PATLADI !!!

'KİŞİSEL GELİŞTİM, TOPLUMSAL BÜZÜŞTÜM' ALBÜMÜMÜ ISRARLA ARAYINIZ... PİYASALARDA...

Efenim uluslararası kişisel gelişim literatürünü sarsıp, paramparça eden ilk fütüristik eğitimlerimi müteakiben, bu eğitimleri bir sidide toplasan ve arka fona zen tarzı ezgiler serpiştirsen ne büyük bir insani gelişim sağlar bu ülke torpağı ve insanı, ya lütfaaan yakarışlarını gözardı edemezdim...
Edemedim...meyvesi aşağıda...
Tüm beste-güfte-aranjman artık ne arıyosan hepsi el emeğim, göz nurum;
 A-YÜZÜ:

1) 'Hayır diyemiyosan bari inle, solu bir şey yap sevdiceğim' (Türk insanı anonimi)
2) Koçtum kendi halimde, soruların beni mutant etti bi git eşek gözlüm (Yakarış ve bela makamında okunuyor)
3) Vankuverde herkes kendini zaten biliyor, rengeyiğine yol veren zihniyete ne yapacam koçluk de get...(Mus makamı)
4) Sorunun bin olmuş, ben de insan evladıyım nası yetişem hepsine yavaş be...(isyan ve hin makamı)
5)  Çakranı açacam didi, yanlış bişi olmasınn didim (Ahmet ĞK remixi)

B-YÜZÜ

1) Ben de koçudum bir zamanlar senin gibi, bir soru geldi hayatımdan tiskindim, bak berduş oldum...(milli içkiyle dinlenecek)
2) Kişisel geliştim, toplumsal büzüştüm (anonim-limited sayıda)
3) Atlara fısıldayayım derkene acaip bi durum oluştu (fanteesi tarzında)
4) Herkesin mutlaka bir himalayası vardır didiler, valla 64 yaşıma geldim daha tümsek yok (despırıthaus müzik)
5) Hayat karnımda, cesaret göğsümde, neşe nefesimde, emniyet evrendeymiş; anahtar da paspasın altında...

KİŞİSEL GELİŞİME FÜTÜRİSTİK YAKLAŞIMLAR...

Sırasıyla, yoga, kahkaha yogası, susma yogası, transandantal meditasyon, koçluk ve türevlerini itinayla bitirip kendini derin bir boşlukta hissedenler...
Kişisel gelişimin her türlüsünü damarlarına zerkedip, eğitimler bitince 'daha, dahaaaa' diye tirtir titreyenler...
İşte en yeni ve hiç duymadığınız eğitimlerle karşınızdayımmmm...buyrunnn
1) Amniyosentezden karakter tahlili koçluğu (Tıpta yeterliliği alıp, kişisel olarak yetersiz olanlar alınacaktır)
2) Ben kimim yoksa Darvin haklı mıydı? İçimdeki hayvana dönüş eğitimi (6 ay sonra hayvanlık sertifikası garantili)
3) 'Yogalaya yogalaya ağnandım kaldım, biri beni düz çevirsin' yogasına giriş veya kısa adıyla deperlenme (kısa adın kopiraytı bana aittir kaynak gösterilerek dahi kullanılamaz)
4) Eğitimden eğitime koşup 'kal gelenlere', Sinop da hasır sepet örerek halkın arasına katılma yogası (Yanlış yapanları usta yerel ve otantik kültür aletleriyle, hafif döverek öğretiyor. Kalın giyinilip, çok konuşulmaması gerekiyor...mümkünse önceden 'kal gelme ve sus ! yogası öneğitimliler tercihan...)
5) Koçluk verirken, bahşiş alma sanatı (tipbox koçluğu da deniyor...yani ben öyle de diyorum)
6) Kesintisiz 9 saat overlok sesiyle kabalaya giriş.... (bu eğitimi alanlara pıtırcık, dudaktan kalbe, haraşo, üçlü trabzan, Türkan Şoray kirpiği, dalgalı ajur ve sevgi odaları sertifikaları bedava)
7) Kişisel gelişimde çift toynaklılar versus tek toynaklılar...Hangisinin fısıldaması evladır? 
8) Dağılabilirsiniz yogası...

18 Ekim 2013 Cuma

BİR KALP SIZISI HEDİYEM OLSUN...

Müziğin; şekli, şemali, ruhu filan oldu mu, benim kalbe giden nöronlara çok dokunuyor...
Fena halde leman oluyorum...
Şimdi size bu blogda çok sık kullandığım bir parçanın beni özenle parçalara ayıran bir versiyonunu ekliyorum...
Beni, Donizetti, Antonio Marcello, Mascagni ve bence çağın en büyük müzisyenlerinden olan Ennio Morricone gibi ustalar çok ayırıp lime lime eder...
Bu trompetçi Chris Botti ne kadar üstaddır onu bilemem ama iyi üflüyor gibi...
Yanına oturan ise; dev kategorisinden...
Bu bayramı da böyle kapatalım, benden size bir kalp sızısı hatıra kalsın..
Eklemeyi unutmuşum: Cinema Paradiso'nun film müziği..
Ennio Morricone... 
Ve meraklısına: Chris Botti'nin 2008 yılında Boston'da verdiği konserden alınma. Konserin tamamında Sting, Steven Tyler (Aerosmith:)), falan eşlik ediyor diyeyim...tamamını youtube'den indirin derim. HD kalitesiyle 2 saat inanılmaz bir konser...çok dua edeceksiniz sonra bana:))
Yahu dayanamadım...hadi iyisiniz...bu da bonusss
 

16 Ekim 2013 Çarşamba

JACQUES PREVERT YAZDI YVES MONTAND KAZIDI...

Nerden başlamak lazım bu iki adam için...
Hiç başlamayayım en iyisi zira tamamen kifayetsiz kalırım....
Ama Yves Montand'ın aşk yaşadığı iki kadını yazsam, herhalde çok şey anlatır; Piaf ve Simone Signoret...
Tevfik Fikret yıllarımdan bugüne hayranıyım, saygıyla eğilir, hürmetle bükülürüm...
Şuna bir bakar mısınız; sanki Prevert onun için yazmış...
Ondan gayrı kim söylese kar etmez ki, kimler söylemedi..
Sözleri de blog okuruna bendenn...hadi bıyrın...
LES FEUILLES MORTES
Oh je voudrais tant que tu te souviennes
Des jours heureux où nous étions amis
En ce temps là, la vie était plus belle
Et le soleil plus brûlant qu'aujourd'hui
Les feuilles mortes se ramassent à la pelle
Tu vois je n'ai pas oublié
Les feuilles mortes se ramassent à la pelle
Les souvenirs et les regrets aussi
Et le vent du nord les emportet
Dans la nuit froide de l'oubli
Tu vois, je n'ai pas oublié
La chanson que tu me chantais

C'est une chanson, qui nous ressemble
Toi tu m'aimais, et je t'aimais
Et nous vivions tout les deux ensemble
Toi qui m'aimais, moi qui t'aimais
Mais la vie sépare ceux qui s'aiment
Tout doucement sans faire de bruit
Et la mer efface sur le sable
Le pas des amants désunis

C'est une chanson, qui nous ressemble
Toi tu m'aimais et je t'aimais
Et nous vivions, tous deux ensemble
Toi qui m'aimait, moi qui t'aimais
Mais la vie sépare ceux qui s'aime
Tout doucement sans faire de bruit
Et la mer efface sur le sable
Le pas des amants désunis.

13 Ekim 2013 Pazar

KENDİNİ GÖMMÜŞ ERKEK ÇOCUKLARININ HİKAYESİ...

Kendini gömmüş ve gömdüğü yerden çıkaramamış erkek çocuğunun hikayesi hüzünlüdür. 
Nerden kafasını çıkarsa, oyun parkındaki balyozlu masa oyunundaki gibi kafaya balyozu yemiştir. 
Zorunlulukları vardır hayatta...
Kimi; sanata, spora kaydı mı hayatını kaydırırlar mesela...
bazen tatlı dille, severek, 
bazen balyozla gömerek...

Kimi; kaçışı, kurtuluşu 'düşünen adam' olarak tasarlar, sakal bırakır, gözlük takar, eşarpsız çıkmamaya başlar...
Bezden heybe, siyah-kahverengi fitilli pantalon, kahverengi çuval ve mutlaka sakal bırakmakla aidiyetini coşturur...işin kıyafette olmadığını kimi anlar, kimi anlasa da çok geçtir artık...üste başa kimliğe yapışmıştır...atsa atamaz, satsa satamaz...eşarp, kasket ve palto askıya asılınca çıplaklığından üşür, sardıkça sarar kumaşları, toprak renkleri, şarabı, cigarayı...

Kimi; kaçışı, kurtuluşu, öğretmekte bulur...hababam debabam öğretir, eksikliğini duyduğu herşeyi...bilemediğini, anlayamadığını...
Öğrettikçe, bilmediği çıkar ortaya, çıktıkça öğretir, alamaz hırsını...
Doğruları katılaşır, kemik gibi olur. 
Eğilmez-bükülmez doğrularının sancısını, ağrısını taşır. Kendisinin olmak istemediği bir yere gelmek için öğretmelidir,
Oraya yaklaştıkça orayı istemediğini anlar...kimi 30'unda kimi 40'ında kimi hayat tarafından kırpılınca...

Kimi; korpırıtlayfçıdır, 
Korpırıta taptıkça, korpırıtın ona daha yakışıklı takım elbise, daha iyi bavul, daha çok yurtdışı seyahat, daha çok yat, daha çok kat, daha iyi siteyk, daha hızlı motor, daha ve daha vererek kurtulacağını sanır...
Boktan bir sahilde iki dakika pantalonun paçasını sıvayıp ayağı denize erdi mi; 'hayat ağzıma s....' nakaratına başlar...sanrı biter...

Kimi; aile dizinine gider, aileyi dizer,
Kimi; nepale gider, himalayaları gezer,
Kimi; var olduğunu hisseder ama hiç niyeti yoktur,
Kimi olmadığını bile bilmez, gelir-gider... 
Kimi; diğer insanından göremediği, bulamadığı ve yaşayamadığını 'hiç aramıyorum ki' sanar...çok kadını hiç kadın yapar...
Kimi; kendinde görmek-yaşamak istediğini, karşının eksiği gibi gösterip onu tamlamaya çalışır-durur...onu 'o' halinden çıkarıp 'ben' haline soktukça onun daha mutlu olacağı sanrısıyla...
Kimini; büyük ve anlık bir korku paklar,
Kiminin hasreti, sadece bir tek anlık korkusu olmasıdır...
Kimi erkek adam olmak ister, kimi gömüldüğü yerden çıkmak... 

Eeee bu durumu da ancak rahmetli büyük ses Alice in Chains'imin Layne Stanley'i paklar...




 

9 Ekim 2013 Çarşamba

İNSOMNİA

İnsomnia...bedende,
Nereden geldiğinin önemi yok...
Trilyonlarca nöronun olduğu bir yerden geliyor işte,
Vahşi bir cazibesi var...çok vahşi,
Ayazda dışarıda bırakıyor, yürütüyor, sahlep içirtiyor mesela, bol tarçınlı...
Bozacıların gizemli, nereden geldiği belli olmayan sesini sıfata çeviriyor...şaşırıyorsun...bozacı tanıdığın oluyor insomniada.
Haz almaya başladın mı, kaçarı yok...yavaş ve ahenkli bir şekilde giriyor damardan, çevreyi seyredip, gökyüzünün maviden laciverte oradan hakiye ve fümeye gidişini görüyorsun...
Bulutlar; gece çok daha hızlı ve aceleci ve çok yüklü geçiyorlar...yangından mal kaçırır gibi...
Onları seyredip hayatın aslında ne kadar yavaş olduğunu ve yığınla küçük bir sürü hayatçığı içtiğini görüyorsun...
İnsomnia vakit bırakıyor sana...bu hayatta neyi, niye ve nasıl sevdiğini tekrar tekrar düşünmeye...düşünmeye ama asla düşlememeye...
Düşünde kendini görüyorsun insomniada,
Uyumazken görüyorsun kendini, düşünün içine kendin olarak girip, uyumadığına şükredip, gözlerin kan çanağına dönüp, vücudun bitap düşerken aklın fikrin tekrar uyumamaya tekrar uyanmamaya dua ediyor...
'Ben kimim?' için; küçük Descartes'lar, Camus'ler görmeye başlayıp zihnini kudurtuyorsun, kendini boş sokaklarda çılgınca koşarken bulup, kanter içinde uyan...mıyorsun...
İnsomniaksın artık...
Yorgunluk; bildiğin ama anlamadığın bir duygu,
Sevmek; iliğin ama ölesiye daldığın bir uyku,
Unutmak; başardığın ama başardıkça maruz kaldığın bir illet...
Ayaz; her hücrende hissettiğin ama donmak için geberdiğin bir haz oluyor... 
Beklerim...

7 Ekim 2013 Pazartesi

İNSANIN; KENDİNİ DİNLEYEN İNSANI VARDI...

'Ne yapıyorduk biz bu cep telefonu, televizyon, internet olmadan önce?' soruları bizim yaş soruları :))
Kamplarda ateş yakıyorduk mesela, şarkı söyleyip, hikaye anlatmak vardı...Korku hikayeleri anlatırdık ne güzel...
Gökyüzüne bakıp yıldız kaydırıyorduk sahilde...
Ay batırmak vardı ki, çok sevinirdik güneşin ilk ışığını görünce...
Zamanımız vardı birbirimiz için, dinlerdik hasretle...
Zamanı dinlerdik; geçmezdi...ama canımız sıkılmazdı, taş toplar, kitap okur birbirimize anlatırdık...
Radyo; acaip birşeydi...'gece ve müzik' diye program vardı...tam gece yarısı başlar saat 02.00'de biterdi...
İnsanın insana ihtiyacı varken, insan yanında kendini dinleyen insanını bulurdu...
Daha da değerlisi yoktu...

BEFORE GAS AND TV...(Tabii ki Mark Knopfler)
Before gas and TV
Before people had cars
We'd sit 'round the fires
Pass around our guitars

Remembering songs
When my daddy was home
He'd play along
On the spoons and a comb
We'd go with the flow
When the weather was fine
Sometimes we'd go
Collecting scrap iron
And we'd sit 'round the fires
Pass a bottle of wine
In the tales of the road
Since time out of mind
If heaven's like this
Well, that's okay with me
Where the living is fine
And living is free
If heaven's like this
Well, then here's where I'll be
On the edge of the field
On the edge of the world
Before gas and TV

3 Ekim 2013 Perşembe

POTANSİYELE EVET ! AMA YA VAROLAN ?

Potansiyel çok değerli...Yeniyle çalışabilme, yeniye açılabilme, yeniye fırsat verme, yeniden öğrenmeyi keşfetme...beynin yeni ufuklarla dansı...potansiyeli ortaya çıkarma kaygısı...kesinlikle çok değerli...ama;

Ya varolan henüz dışarıya çıkmamışsa? 

Çıkarılmamış, engellenmiş, layık görülmemiş, ötelenmiş, eğreti bırakılmışsa? Ne vahim israf...

Bireyin kendi hayat çizgisinde yorgun düşmeye başladığı, kendine rağmen kendini engellemeye başladığı, yani; çocukken zaten sahip olduğunu yetişkinken kendine konduramadığı anların çoğaldığı durumlarda önce varolanı çıkarmak öncelikli olmalı...öyle mi acaba?

Aslında varolanı, olduğu yerden çıkarmakla başlamalı mücadele...çıkardıkça tanıdık, çıkardıkça kendinle barışık, çıkardıkça çocukluğuna aslında ne kadar alışık olduğunu hatırlayacak bir ruh hali...ne keyif değil mi?
Tadı damağında kalan çocukluğun varoluşunu, damağa geri getirecek olan yani...

Çünkü varolduğunu bildiğin, kendine defalarca gösterdiğin halde hayat gailesinde kör kaldığın, günün rutininde her daim kelimene  kattığın, katığın olan o 'mevcudun' dışarı çıkmadı mı, potansiyelle çalışmak onu daha da derinlere gömer mi acaba? Potansiyele yelken açarken, mevcudiyete elveda denir mi acaba?
'İnsanın kendinde varolanı tekrar hak etmesi ne menem bir şeydir? ' Ne keder, ne elemdir...