31 Aralık 2014 Çarşamba

YEKPARE...

Evrende yaşıyorsan; yıla takılma,

Senin benim bildiğim yıl sadece bu topraklarda 365 gün küsur...bölemezsin ki zamanı...

Enerjiye, çakraya, satürne, jüpitere, uçan tüy gördüğünde kaza değil meleğe, ulu dağların zirvesinde başını arkaya yaslayıp güneşe, inzivaya, intizara, yeşile, çiçeğe, börtüye-böceğe, simitçi martıya, inatçı kuzguna, yaşadığın memleketinin insanına, leşçisine, beleşçisine, yüreklisine, nasibini almamışına, alamamışına, kendi iç hesaplaşmana, yarınına, ayrıldığına, kavuştuğuna, sevdiğine, sövdüğüne, herkesi kendi meşrebine göre kabul eden yüce gönlüne, yılın son günü bu topraklarda biriken bütün mahlukatın enerjisine inanıyorsan;

Ve bütün bunlara inanırken hala; özgür bir kuş gibi uçup, altındaki tarlalara, ovalara, nehirlere, okyanuslara selamla... çitlere, tellere aldırmadan sadece gittiğin yolun keyfini çıkarmak düsturunsa...
2014 bitmiş, 2015 gelmiş kime ne? Yıl değil evrendir zaman...yekparedir...

                       Bak ne diyor evren müzikle:))
 
                                   "Listen To The Man"

I feel your head resting heavy on your single bed
I want to hear all about it
Get it all of your chest, oh
I feel the tears and you’re not alone, oh
When I hold you, well I won’t let go, oh

Why should we care for what they’re selling us anyway?
We’re so young, girl, and you know, whoa

You don’t have to be there, babe
You don’t have to be scared, babe
You don’t need a plan of what you wanna do
Won’t you listen to the man that’s loving you

Your world keeps spinning and you can’t jump off
But I will catch you if you fall
I can’t tell you enough
I hate to hear that you’re feeling low
I hate to hear that you won’t come home

Why should we care for what they’re selling us anyway?
We’re so young, girl, and you know, whoa

You don’t have to be there, babe
You don’t have to be scared, babe
You don’t need a plan of what you wanna do
Won’t you listen to the man that’s loving you, whoa, whoa, whoa.

Easy, easy and a one, two, three, oh
Easy, breezy if you come with me, oh
Easy, easy and a one, two, three, four, five, six, seven eight, nine, nine, nine, nine.

You don’t have to be there, babe
You don’t have to be scared, babe
You don’t need a plan of what you wanna do
Won’t you listen to the man that’s loving you, whoa.

You don’t have to be there, babe
You don’t have to be scared, babe
You don’t need a plan of what you wanna do
Won’t you listen to the man that’s loving you, whoa, whoa, whoa, whoa

12 Aralık 2014 Cuma

DİLSİZ UŞAK

Çok faydalı;
Bir kere dilsiz; dinliyor...
Üstüne astığının şeklini alıyor, 
Kemik gibi sert olup, kendi hiç değişmezken...
Sadece duruyor;
Anla diye,
Susuyor;
Gör diye...
Sırtına ne vurursan taşıyor,
Ya da,
Üstüne almaya bayılıyor, üstüste...
Bazen senin astığın yükler ağırlaştıkça;
Hafiften dengesi bozulup öne-arkaya eğiliyor...bükülmeden,
Hatta bazen düşmesi için;
Yazlığını, kışlığını, günlüğünü, iç çamaşırlarını topyekün asanlar bile var...
Eh; o zaman düşüyor...çok ses çıkarmadan.
Bir marifetsizliği var yalnız; kendi kalkamıyor...
Kemik gibi sert, bükülmüyor ama hala sana-bana ihtiyacı oluyor...kalkabilmek için...
Sen ona baktıkça, o da sana bakıyor.
Dilsiz Uşak...
Son yıllarda satışında patlama olmuş...
Haberden okudum, aklıma düştü...


10 Kasım 2014 Pazartesi

KOPUŞ

Bir tane de benden olsun...

KOPUŞ 
Üstüne düşündükçe yakınlaşmaz...
aksine uzaklaşır,
ne kadar düşünmezsen;
o kadar çok seninledir...
üstüne üstüne düşünüp, 
aslında gittiği yere, senin ittiğindir; kopuş,
kırmızıdır; yakar,
zencefildir; çeker,
baharattır bildiğin,
mısır çarşısında yürümeye benzer,
kafanı kaldırım taşlarına gömsen,
kokusu burnunu sızlatır...
aldırır insana kendini kopuş,
güvenli bir kahroluştur,
huzurlu bir gömülüş,
toprağı yorgan gibi üzerine çekip,
oksijeni; ancak yağmur yağınca gözlerinden almaktır.
hayatına geri dönüp, 
başlamadan bitirdiğin yoldur,
sızısı; kalpte,
tadı; damaklarda,
gerçeği; yine bildiğin sokaklarda,
ilk defa çıplak ayakla yürürken,
yeniden eski pabuçlarını söylene söylene aradığın dolaptadır…
birgün; bir zaman oldu, kendimden kopmuştum dediğin andadır…kopuş... 



9 Kasım 2014 Pazar

1 DAKİKA 16 SANİYE

İçinde bulunduğumuz çağ bireyi durmadan bir tempoya uymaya davet ediyor.
Davet etmesi yetmiyor, buna zorunlu olduğunu hissettiriyor, zamanla kabul ettiriyor...
Bütün öğretileri bu yönde bilinçaltına zerk ediyor:
  • Durma !
  • Dünya kaçıyor, yakala !
  • Bak herkes birşey yapıyor, yapış !
  • Fark yarat, tempo, tempooo !
  • O kurstan buna, bundan ona yetiş, habire abidik gubidik yerlere para dök hiçbirini tam olarak yapamadan...Hiçbirinin hakkını tam vermeden (ama merak etme zaten maksat senin para dökmen)
  • Herkes gördü Prag'ı bak sen hala buralardasın ! Vizyonunu genişlet, Guam'a git Mariana çukuruna dal !
  • Önce bir gezgin tavrıyla alışveriş yap mesela, olaya ısın...
  • Bol cepli yarım ceketler al haki...ayağına, topuklarının içine edecek arazi botları al ve onu Nişantaşında giy...maksat; ısınma turları, konsepti yakala, gitmesen de 'miş gibi' yaparsın...
  • Kendini hep eksik hisset ki, kurumsal hayatla yüksek standartlara ulaşma seni.......tamamlasın :))
Bu trene binmeden önce;
  • Dünyanın neden kaçtığını düşün; bu kadar çok kovalayanın olsa sen ne yaparsın ? 
  • Bazen biraz dursan o da nefeslenecek, ohhh çekecek bir duracak...
  • 'Aaaa hayatım yapan yapıyor, herkes yapıyor' nidaları duydun mu yakınından....toz ol :)) Yapan yapsın...sen de yaparsın merak etme...kendi istediğin zaman yap...mümkünse:))
  • Ihlamuru, limonu, hayatın sesini yabana atma...onu da hatırla, hengamenin içinde...eğer duyabiliyorsan, inan büyük iş...Yankı Yazgan Hocanın dediği gibi:
    'KENDİNİZE DÖNÜP ‘BU HAYATTA NELERİ YAPTIM?’ DEDİĞİNİZDE ÇOĞUMUZUN AKLINA BÜYÜK ŞEYLER GELİYOR. KİMSE DEMİYOR Kİ; BEN ÇOK GÜZEL KÖFTE PATATES KIZARTTIM, SAÇLARIMI GÜZEL KESTİRDİM, TEMİZİM... OYSA BUNLARI YAPAMAYAN BİRÇOK İNSAN VAR. YAPABİLDİĞİMİZ BİRÇOK ŞEYİ YOK SAYIYORUZ. YAPABİLDİKLERİNİZİ HİÇE SAYARSANIZ HAYATTA İLERLEYEMEZSİNİZ…'
  • Bak bakalım 1 dakika 16 saniyeye tahammülün kalmış mı ? 







2 Kasım 2014 Pazar

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Şiiri ucundan yakaladığımı düşünürüm. Okumayı çok, bazen okuyanı daha çok severim, hakkıyla...
Geçen gece dost meclisi vardı, rakı oldu, sohbet oldu, Şekip Ayhan Özışık oldu, Özdemir Asaf falan derken, sanatçı dostumuz Somer Karvan bir Edip Cansever patlattı ki, ben oksijen zehirlenmesi geçirdim...Edip Cansever'i okumuşluğum vardır ama bu kadar büyük bir ıska affedilir cinsten değil...
Şiir herşeyi anlattı ama Somer de ona anlattırdı...o derece yani...

Bilene hatırlatmaca, bilmeyene buyrun...

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama  
Çocuğum beni bağışla  
Ahmet Abi sen de bağışla  
Boynu bükük duruyorsam eğer  
İçimden öyle geldiği için değil  
Ama hiç değil  
Ah güzel Ahmet abim benim  
İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
                 

17 Ekim 2014 Cuma

YA İTHAL EDECEK KİŞİSEL GELİŞİM AYGITI KALMAZSA...ALLAH MUHAFAZA...DİYALOĞU...


- Merhaba hayatım...ben farkında olcaktım...geçen de uğramıştım...
- Hangisinden, ne kadar verelim ablama?
- Neler varrr?
- Ham koçluk var, işlenmiş var, füzyon yapabilirim, An'ı yaşa zaman kaybetme, ördek ne güne, gitme tuvalete konseptimiz var...az Çin Lao Tzu, az post-modern Ferrarisini satan kifayetsiz yapabilirim, az İskandinav-Scania model yaparız üstüne, biraz Mevlana-Halil Cibran parlatırız ablama...Retro Wittgenstein üstü Schopenhauer coverımız var istersen...
- Ay ay ayyy...bizden bişi olsun yaaaa....napıyo bütün bunlar böölee....ben bir sürü yaptım yani bunlardan....yok mu şöyle yeni bişiler? Keşişli meşişli olsun. Bunlar eskidi artık kardeşşş. Ay koçların sorularına hazır cevap için dersane kitapçığı var artık yaaa..bitti o işler güzelim herkes koç ayoollll...
- Ablacım sen nası bi müessese arzu ettin ben anlamadım ki...mevcut bu. Yeni konsept bekliyoruz bizde...Hollanda'ya konseptçi gönderdim yeni zehir gibi çocuklar, hepsi tarıyo piyasayı...senin acele mi? Az beklersen havada takla atan Aikido tekniğiyle Feng-Şui tarzı dingin koçluk konsepti var...o gelene kadar ben yapıyım ablama bi sendrom...takıl o gelene kadar konun olur, sıkılmassın....ha ablam?
- Ay yap valla...ne yapçan?
- Abla bu ara şey moda; tam farkında gülememeye bağlı şuursuz tüketici kahkahası sendromu...bunu denedim diyorsan workshopumuz var. Adı; 'Sendromum var ama adını söyleyemem, gizemli insan modelini içselleştirme workshopu'...kısa ama gideri var...ha abla?
- Ay ne diyim bilemedim....ver bakalım adresleri şediyim bari napiym...ne zaman geliyo senin yeni konsept? 
- Ablam deniyorlar Groningen'de....az kaldı. Eli kulağında...
-Yaa koç konseptsiz bırakmayın bizi yaniii....lütfaaan....haydi hızlandır bak....

29 Ağustos 2014 Cuma

CAHİLİYE

Bugün biraz uzun bir yazı olacak...alıntılar var...peşinen sabır bekliyorum:)

Dün feyisbukta bir paylaşımım olmuştu. Şöyleydi:

'Hırslının hırsız ve cahil olması
Soyulanın karacahil olması
Zenginin ortama kul-köle olması
Bilge'nin işine bakması
Entelin aydın olmaması
Nesillere hafıza bırakılamaması
Ve bunların hepsinin sabah trafiğinde olması...
Haliyle joyyy efem joyy'...

1985 yılında Seyyid Kutup'un ismini ilk kez üniversitede katıldığım bir konferansta duymuştum. O dönemde arkadaşlarım arasında gayet ciddi bu ismi okuyanlar vardı. Meraka istinaden ve uğraştığım konularla ilgili olduğundan okumaya başlamıştım. O dönem Ankara Cumhuriyet bürosunda muhabirlik yapıyordum. Büroda benim gibi hiç duymayan yığınla abilerim vardı...

Türk solu ve aydınlarının 'solları' o dönemlerde -benim gözlemimle- şöyleydi:
  • 'Kürt enteljansyasının solu kurtaracağı, halkların kardeşliğinin egemen olacağı tartışmaları'
  • 'Saz-soğan-ekmek-şarap' dörtlüsü ekseninde aydınlanma sohbetleri ve 'sen ne anlarsın lan bunlardan' muhalefeti... 
  •  
  • Marx'ın çorbası, pilavı, hamsili baklavası herşey olur Marxdan tarifleri,
  • 'Yeni yeni filizlenen doğu kültürüne öykünme ve söz söyleme sanatını, sol literatürle bağdaştırma çabaları' vb... yani bugünle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir sol söylem gündemi:))) 

Aslında ciddi bir başarı da sözkonusu: son cımhırbaşkanlığı seçimlerinde şeker-dürüst !!!-sempatik-yeni !!!- demokrat !!!!-herkese umut veren filan isimler de vardı :)) Ama hiç yadırgamamak gerek. Köylerden 'gönüllü olarak toplanmış' 12-13 yaşlarındaki kızlara kadınlık konusunda yoldaş desteği verdiği onlarca kürt haber sitesine ve zulme uğramış kızların röportajlarına yansıyan, insanları şahsen infaz ettiğini video görüntülerindeki söyleşilerinde paylaşan bir canlıya 'Sayın' denme noktasına gelinmesini, 'demokratik kazanım' olarak gören kimi yurt insanı için bunlar zaten normal olmalı...

Benim anlayamadığım; anlı-şanlı kadın çalışmalarıyla nam salan üniversitelerin kimi kadın porof zevatının, Apo tarafından kitaplarının okunmasının paye olarak nasıl görüldüğüydü ki meğerse demokratik kazanımmış...

Herneyse; o dönemlerde henüz kafa kesmeler vaka-i adiyeden olmadığından, yine henüz biiiçleşememiş sahil kenarlarının konuları da 'ya bu gümüşlük bitmesin ilerde yaaa' vb konulardı...yani yine bugünden tamamen farklı:))

Şimdi benim dün feyisbukta paylaştığım ve içinde çeşitli defalar cehalete atıf yaptığım cümlelerin cehalet bölümüne, KİM CAHİL ASLINDA? sorunsalından bir ek yapıyorum aşağıya...Kim kimi nasıl cahil görüyor? (meraklısı için cahiliye: Özel olarak Araplar’ın İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terim. Cehl kökünden türetilmiş olup eski sözlüklerde bu kelimeye ilmin zıddı olarak genellikle “bilgisizlik” anlamı verilir (Cevherî, es-Sıhâh, “chl” md.; Lisânü’l-Arab, “chl” md.; Tâcü’l-arûs, “chl” md.). Râgıb el-İsfahânî cehlin üç değişik anlamından söz ederek “nefsin bilgiden yoksun olması” şeklindeki ilk anlamın kelimenin asıl mânası olduğunu ifade eder. Diğer iki anlamı ise “bir konuda doğru olanın tersine inanma” ve “bir konuda yapılması gerekenin tersini yapma”dır.)
Sonra parklarda halk buluşmalarına, biiiçlerde 'ya hayvann bunlar kafa kesilir mi yaa'lara nasıl olsa devam ediyor olacağız hep beraber...demokratik kazanımlarımıza devam ederken...

Müslüman Kardeşleri, Türkiye'de iktidarın bir çok danışmanını derinden etkileyen el-Ezher yaklaşımını vb merak edenler için bir göz atmak iyi olabilir Kutup'a. Yani 'anı yaşamak' kadar ilgi gösterilmesi kifayet eder bence:)) Bir not daha: Seyyid Kutup düşüncesi bir çok İslam alimince ılımlı ve terörü önleyici bir yaklaşım olarak kabul edilir. Tabii kitaplarını ve çok çeşitli yorumları okumak gerekli.
Buyrun...Seyyid Kutup ve bir çok insanın düşüncesini derinden sarsan Yoldaki İşaretler'inden bazı alıntılar:







24 Ağustos 2014 Pazar

ZEITROFFER FENOMENİ

Günlerden birgün, 66 yaşında emekli bir Alman memur otoyolda arabasını sürerken bir anda karşısından, yanından gelip geçen objelerin çılgınca bir hızla üstüne üstüne geldiğini görüp şok vaziyette frene basar...araba durduğu halde hayata dair herşey delice bir hızla hareket etmektedir...

İkinci gün bu durum değişmemiştir ve inanılmaz bir stres altında Heinrich Heine Nöroloji Hastahanesine kabul edilir...durumu anlatırken, "Birisi hayatımda hızlı oynat tuşuna bastı" der..."televizyon seyredemiyorum, hayat, herşey çok hızlı geçiyor" diye devam eder. Beyin tomografisi çekilir, prefrontal kortekste lezyon tesbit edilir. Zamanı algılamasında bir anormallik bulunmaz ancak zaman onun için çok hızlı geçmektedir...

Dr. Ferdinand Binkofski ve Dr.Richard Block hastanın üzerinde çalışmaya başlayınca çok enteresan bir durumla karşılaşırlar: Kendisinden 60 saniyelik bir zamanı tahmin etmesi istenir. Süreyi istediği zaman başlatıp bitirecektir. Her seferinde 286 saniye sonra bir dakikanın geçtiğini tahmin etmektedir...yani onun bir dakika algısının içinde 286 saniye vardır...onlarca defa tekrar edilir, sonuç değişmez... 
Bilimadamlarının bazılarının yorumu şöyledir: herbirimizde zamanın akışını "SÜBJEKTİF" olarak algılamamızı sağlayan içsel bir ritm hızı bulunmaktadır...lezyon olsun olmasın...

Tartışma ise şu: etrafımızdaki herşeyi kendi zaman algımıza göre mi algılıyoruz? 

Zeitroffer almanca; filmin görünür hareketini hızlandıran bir aparat. Yani normal akışı hızlandırıyor. Bugüne kadar tanımlanması ve anlaşılması zor bazı koşullar altında, bazı insanlar yaşadıkları hayatın anlarının üstlerine üstlerine çok hızlı geldiğini söylüyor...duranlar, kendilerini durdurmaya çalışanlar var:)) 

Az sonra bu fenomeni tüketime tapar hale gelmemiz ve satın alarak rahatlamamız olgusuyla birleştirmeye çalışacağım...az dur...

18 Ağustos 2014 Pazartesi

YALNIZ-AYKIRI VE ŞİZOFREN ???

Bir önceki yazıda değindiğim konudan takiben eveli hafta Amsterdam Vrije Üniversitesi'nde katıldığım iki oturumdaki bulgu ve tartışmalara değineyim...
Sosyal Sinirbilimcilerin düzenlediği iki oturumda üç boyutlu ve çok yüksek çözünürlüklü sistemlerin kullanıldığı beyin takip çalışmalarını izleme ve sonuçlarının sentezlenmesine katılma imkanım oldu. Biliminsanlarının büyük çoğunluğunun üzerinde hemfikir olduğu konu şuydu:
Yığın teknolojik kültür kullanımı, 
Şehirleşme, 
Mekanizasyon (bu oturumda makineye dayalılığın yüceltilmesi), 
Doğal hayatı-faunayı tahriple beraber doğal hayata yabancılaşma, 
Çekirdek aile gibi küçük sosyal birimlerin erozyona uğraması, 
Mobilitenin (yolculuklar, yurt-içi/yurt-dışı iş değiştirmeler) görülmemiş ölçüde artması zihinsel hastalıkların patlama göstermesiyle doğru orantılı... (Hatta tesadüf bugünkü Hürriyetin internet manşeti: Türkiye'de 2009 yılında psikoloğa giden 3 milyon, 2013 yılında 9 milyon...)
Birçok sosyal sinirbilimci toplantıda bugünkü modern çağın temsilcileri olan insanları 'Yalnız ve Aykırı' olarak isimlendiriyordu:))

'Yalnız ve Aykırı'nın hayatı algılama biçimi bölük-pörçük...
Sosyal medyadan yağan birbiriyle hiç ilişkisiz bilgi sarmalı ve gerçek tecrübenin yerine geçen 'ekrana dayalı vekil-sanal tecrübe', Yalnız ve Aykırıyı gerçek ve büyük resimden alıkoyup sadece bölük-pörçük gerçekliğe odaklıyor...

Dehşet verici görsellik bombardımanı (hertürlüsü...) ve diğer insanlardan zaman ve mekan olarak kopukluğun artması; yabancılık ve içinde bulunduğu ortamca 'kendisinin bir türlü anlaşılamadığı' hissiyatını güçlendiriyor...

Sosyal dışlanmışlık ve anlaşılamama hissi, çalışma hayatında ikili diyaloglarda şiddetli refleksif cevapların ve agresifliğin tetikçisi oluyor...tabii bu bir sarmal...agresiflik arttıkça çevre tarafından dışlanma da artıyor...

'Yalnız ve Aykırı'nın kavram çağı deliliğinin yarattığı yeni kavramlara uyum sağlamaya kendini mecbur hissetmesi (çünkü bir çoğu kendisinin de katkı verdiği teknolojilerin yan etkileri...) saçma sapan bir kavramdan diğerine sızan absürd bilgilerle birlikte 'gerçek ve bütün hayatın algılanma biçimini' alt-üst ediyor...

Bu insanları anlamak durumunda kalan diğerleri de, kendilerini, kendi algılarının tamamen dışında bir hayat sürene karşı çaresizce empati yapmak zorunda bırakılıyorlar...

Çünkü her türlü yeni yönetim ve kişisel gelişim ve başarılı ekip eğitimi -ne tesadüf- empatiye dayandırılıyor...Sonuç? Empati uğruna debelenen çalışanlar toplamı...

Biliminsanları beynin verdiği cevaplara dayanarak bu çağın 'sanal-yaşanmamış tecrübelerini' gayet şizofrenik tecrübeler olarak değerlendiriyorlar...

Şimdi gelelim zihni kurcalayan sentezlere...
İçinde bulunduğumuz teknolojiyle yönetim çağında birçoğunda şizofrenik algılamanın hüküm sürdüğüne inanılan 'Yalnız ve Aykırı'lar en çok 'İletişim (IT)-Fen Bilimleri ve Yönetim' alanlarında istihdam ediliyorlar:)))
Geleceğin dünyasına yön veren ve verecek olanlarla nasıl bir dünya olacağı tartışılıyor...
Devamı oldukça konuşuruz...


9 Ağustos 2014 Cumartesi

LANGIAN VE ANTROPOMORFİZM BİRLEŞİR Mİ?

Bu yaz dönemi eğitimler seyreldikçe yeni hazırladığım kitap için bilimsel çalışmalar ve seyahatler-şükür-çoğaldı. Bu ara katıldığım seminer ve okuduğum kitaplardan kısa bir paylaşımda bulunayım istedim.
Langian; ingilizce belonging kelimesinin kökeniymiş. Longing olarak evriliyor...'kendi yerime-evime duygusal olarak bağlanma hissiyatı...evimdeyim...kalıcı bir yerdeyim...kalıcılık...' yani.
Antropomorfizm; yaklaşık olarak popüler açıklaması: insan şekilcilik... insan şeklinin ya da özelliklerinin insan olmayan objelere/hayvanlara yakıştırılması. Uhrevi boyutu da var ama benim bu yazıdaki konum o değil.
Kısaca şu;
Kapitalizm-Bilimsel Materyalizm-Akılcılık-Sürekli mobil olma hali (tatil amaçlı yolculuklar dahil), Tüketicilik, Şehirleşme, duyduğumuz bilginin Juxtaposition hali (birbiriyle ilgisiz olan bilgilerin kafa karıştırma amaçlı ilişkilendirilmesi), bize ve bilincimize çook uzak olayların özellikle sosyal medya aracılığıyla 'bize aitmiş gibi' bilincimize yerleştirilmesi beraberinde, gündelik hayatımızdaki 'bilinmez uyaranlarımızı' coşturuyor...Aidiyet ihtiyacı tavan yapıyor...Bir yere-şeye ait olamadığımız dürtüsü beslenip güçleniyor. 
Soru şu: Kedimizi, köpeğimizi, arabamızı, kalemimizi, atkımızı, binamızı vesairemizi acaba gittikçe insan suretiyle tasvir ihtiyacı içinde olmamız 'aidiyet ihtiyacıyla' ne kadar açıklanabilir? 
'Yalnız benimkisi kedi değil kendini insan sanıyor...Konuşuyor yani...şuna bak şuna'...
'Bu köpek değil benle oturup dertleşiyor alenen...'
Sadece yalnızlıkla açıklanmıyor...
Nasıl gittikçe yalnızlaşıyor ve bunu 'rasyonelleştiriyoruz'? 
Medya ve sosyal-medya bize ne yapıyor?
Modernizmden bu yana sosyal sinirbilimcilerin üzerinde çalıştığı bitmeyecek konular...yeni beyin çalışmalarıyla enteresan ilişkilendirmeler yapılıyor.
Konuyla ilgili ben de -kendi çapımda- araştırıyorum...Eh sohbet ederiz daha...

27 Temmuz 2014 Pazar

SADECE TOHUM...

Bir kaç gündür gazetelere konu olan bu Yoga Academy haberini okuyordum. İddia sahipleri ve suçlamalara muhatap olan kişinin açıklamalarını okudum. Açıklamalar....
Açıklama; bireyin durumu değil kendini açıklamasıdır ya...
Durumu yaratan bireyin açıklaması, satır araları iyi okunurken verilen pozlarla birleştirildiğinde herkese ayrı şeyler söylüyor değil mi? Baştan inandıysak, o yüz bize başka, baştan yargıladıysak başka görünüyor. Tabii konuyla ilgili hiç bilgimiz olmadan ve tamamen bilgi amaçlı okurken bile sözler fotoğrafla birleşme ihtiyacı içinde oluyor... birşeyler arıyoruz...sonuç çıkarma ihtiyacı içindeysek...
Bir de 'kendimizin' içinde bulunduğu an, diğer anı tanımlıyor. Bilhassa bireysel gelişimin değerine inanan, bu uğurda yogalardan, çakralardan, kurslardan, eğitimlerden geçtiysek, habere konu tarafların kullandığı terminoloji nasıl tanıdık geliyor değil mi? 
Biraz ürperiyor hatta ufaktan sorgulamaya bile başlıyor olabiliyoruz...ben neresindeyim? 
Yok canım ne alakam var, tamamen başka şekillerde kendimi gerçekleştiriyorum ben, çok farklı yollardan, çok yaparak, tecrübe ederek geldim....de....kullanılan dil keşke bu kadar tanıdık olmasaydı:))

1996 yılında, İngiltere'de özellikle yetişkin eğitiminde yetişkinlerin hangi sosyal, psikolojik durumlarda öğrenmeye daha açık, kendini yenilemeye daha hevesli, her yeni öğrendiğini hemen o anda içselleştirerek kendine yepyeni bir hayat kurmaya hazır olabileceği üzerine Metropolitan Üniversitesi'nin Warwick ve Newcastle Üniversiteleriyle Cambridge'de sürdürdüğü araştırmalara katılıyordum. Dünyanın dört bir yanından (Yeni Delhi ve Şanghay Üniversitelerinin uhrevi hayata dönük çalışmalarıyla bilinen sosyologları da konuktu) biliminsanları bu çalışmaya destek veriyorlardı. Hayatını tamamen 'bireysel arınma' ve 'diğerkamlığa' adayarak kendini gönüllü olarak bireysel davranış psikolojisine denek olarak sunmuş bir Hintli biliminsanını dinliyorduk: Hiç bir şey anlatmadı...
Sadece gülerek oturuyordu. (Bu arada toplantı tamamen uzun süreli bir bilimsel projenin sonuçlarının değerlendirilmesine yönelik olduğu halde, özellikle A.B.D-Kanada-Avustralyadan bir çok özel şirket çalışanı da üniversite-sanayi diyaloğu kapsamında toplantıya katılmışlardı. O dönem hemen hepsinin elinde bloknotlar sayfalarca not tutup 'bireysel olarak hayat amacını belirleme, kendini gerçekleştirme' konu başlıkları çerçevesinde yakaladıkları biliminsanlarına soru yağdırıyorlardı:)) Tam bağdaştıramıyordum:)) O dönem kavram çağı daha bu kadar patlamamıştı...meğer herkes 10 yıl sonra anlatacağı 'hikayeleri ve öğretileri' için not tutuyormuş:)) Benim sosyal psikoloji olarak dinlediklerim meğer Ferrariyi Satmak için bilgilermiş:)) O da benim eksiğim...)

Herneyse...Hintli biliminsanının tavrından rahatsız olanlar yavaş yavaş salonu terkederken, kendisi mikrofana doğru eğilip biraz da kırık bir ingilizceyle ve benim çözebildiğim kadarıyla ( toplantının notlarından da bir kere daha baktım, ona istinaden...) şunları söyledi:
Bu 15 günlük projeden duyduğunuz, öğrendiğiniz ve anladıklarınız, sadece başkalarının, başkalarına yardım etmek amacıyla ortaya serptikleridir...Yıllarca sürdürdüğümüz ruhani ve bilimsel bilginin sentezidir, tohumdur...Onları toplayıp içinize serpin ki kendi hikayeniz büyüsün. Büyüttüğünüzü insanlığa kendinizi büyütmek için değil, sadece sizde kimyası değişen yeni tohumları 'belki' bir başkasına tohum olur diye yeniden serpin...Buradaki toplanan tohumlardan bugüne kadar sadece 'ekmek' yedik...siz de öyle yapın...

Eeee? Ne bileyim işte oradan buradan derken aklıma geldi...herşeyin bir nedeni yok...şükür ki:))



8 Temmuz 2014 Salı

LOKILİ EPRUVD HAYRATİNG-3

Çoluğu çombalağı yatırdık ve ne yapıyoruzzz? Hizmet aşkıyla yola devam...2023'e kadar sorularınıza cevap vericem sonra artık yeni birisini bulmak zorundasınız...eeee...ne kaa köfte o kaa ekmek veya tersi ve türevi...
Evet; günün nispeten toutpırovoking sorusuna yaklaşık 4 saniyede hazırladığım pratik ve Türk kodeksine uygun cevabı aşağıda paylaşıyorum:

S: Geri bildirim vermekte zorlanıyorum, kırmak dökmek istemiyorum, çatışmadan ve yüzleşmekten tiskiniyorum, içimden bir ses sürekli 'geri bildirmeeee, geri bildirmeee bekleme yapmaaa' diye beni deranje ediyor...Ne zormuş kurumlarda geri bildirmek...var mı bir yaklaşımı bunun?
C: Var... Bir kere yöneticinle yüzleşip 'niye sizin geribildirimlerinizi ben geribildiriyorum??? Kendimi sürekli maşa, sizi ataş ve karşımdakini kestane olarak görmekten yıldım ussandım' diye ajite edici bir ses tonuyla (cırtlağı kullanabilirsin) hömkürüyorsun (çemkirmeyle haykırmanın sinerjisiyle ortaya çıkan olgu)....
S: Yöneticim azıma kızar yaaaniii de...
C: Sus konuşma....yaşın kaç?
S: 33
C: İyi, daha verim verebilecek yaştasın....yöneticin muhtemelen zart diye seni gözden çıkarmayı göze alamayacak....olumlu tutum tutacak sana, dinleyecek, koç koçlayacak, boy boylayacak filan...sonra sana kendisinin de aslında nasıl geribildiremediğini, hayatın asıl ona zor sana kolay olduğunu anlatmaya başladığı an ilk kazanımın olacak...Hemen pink martini empati-sempati yapıcaksın ve diyeceksin ki 'ben kendimi sizin kadar yeterli gördüğümde geribildireyim o zamana kadar sallama çay yapayım deyip galiguli yapıp yanından uzaklaşıcaksın...
S: Sonra?
C: Sonra ilk geribildirmekle mükellef olduğun çalışana ben sana geribildiricem müssait bir zamanda diyeceksin....Ne zaman yaaa? alacağın ilk soru olacak...diyeceksinki; üç vakte kadar...ayların sultanına yakışan bir cevaptır yoksa 'hallederisss' diyecektin...Gene ne zaman diye soru gelince, zamanın göreli bir kavram olduğunu, uzay zamanıyla bizim aramızdaki düzlemsel boyuttan girip en son kağıda yazılı olarak şunu vereceksin eline: e eşittir emcekare diyeceksin....bir daha ne sana ne de kendine gelebilecek...anladın?
S: Şey gibi yani di mi....
C: Hadi git...

7 Temmuz 2014 Pazartesi

LOKILİ EPRUVD HAYRATİNG-2

Kurumsal dünyaya an'ı yaşatırken spontan destek vererek adeta 'live from blog: sor-bul' halet-i ruhiyesine gark eden yazı dizimin ikincisiyle huzurlarınızdayım. Gün içi gelen kurumsal sorularınızın en yoğunlaştığı, ruhumu acıttığı, koçüstü bir dimağa sahip olan beni bile hafifçe düşündürebilen sorunun cevabıyla geceyi tamamlıyorum...buyrun...

S: Hizmet sektörlerinde hedef baskısı malumunuz...Ne yaparsak yapalım çalışanın bakış açısı hedefe odaklı, bir türlü ruhani gelişim, bireysel çözüşüm, toplumsal büzüşüm bakış açısına getiremiyoruz...Bu hususlarda methinizi duyduk...neetsek acaba?
C: Senin hedefin ne?
S: Ne hususta?
C: Kaç çalışanını arındırırsan hedefini gerçekleştiriyorsun prim bazında?
S: Sormayınnn yaaaa....bu sene %80 olmazsa fesih öneline bile gerek kalmayacak...
C: Şimdi sen önce istifa ediyorsun...ivedilikle...sonra kooperatif kuruyorsun. Kooperatifin ismi 'Hedefsizler, Yavrucaklar ve Kemalettin Tuğcu Mahdumları' oluyor. Akın akın akacaklar, parayı ne yapacağını şaşıracaksın. Akabinde gelenleri miting alanında toplayıp 'emekçiler ilk hedefiniz hedefsizce ege ve akdeniz köylerinde yaşamak ileriiiiii' diye bağırıyorsun...
S: Evettt sonra??
C: Sonra ege ve akdenizde dağda bayırda eskiden kalmış rumevi, bizans malikhanesi, likya tuvaleti, makedon fırını filan ne varsa alıp taşev yapıyorsunuz....gecelik fiyatlar 500 tl'den başlıyacak...mönüde, ege keçisi meelemeli radika, fransız vanilyası eşlikli şevketi bostan ve tatlı olarak kavunun içine zerk edilmiş zerdaçal balı tütsüsü filan olacak...bunları, oralara hedefleri tutturup gelen paradan ehven, ceodan sehven cemaate satacanız. Onlar yiyip gudurdukça, siz hedefsizler kooperatifi olarak 4 ay para bascaksınız...
S: Sonraaa???
C: Sonra...dağılacaksınız arkadaşça...budur....
S: Evettt...
C: Ne eveti len...yürü hadi yürü....

Gördüğünüz gibi net-somut ve farkındalığınızı patlatacak kıvamda cevaplarla devam ediyorum...Yarın ola devran döne... Yalnız biraz toutpırovoking şeylerle gelin buraya...hayrat dediysek bi şeyi var tabiii.....

6 Temmuz 2014 Pazar

LOKILİ EPRUVD HAYRATİNG-1

Efendim anormal baskılara bir kez daha yenik düştüm... 
Halkımızın sürekli gelişen farkındalığının yol açtığı 'yakaladığına farkettir ve bayıltana kadar bırakma' mottosuyla bütünleşen yaşam koçluğu virüsünün yan etkilerini gidermek maksatlı hayrat yazı dizime hoş geldiniz. Hem yazı dizimi hem aile dizimi artık ne çıkarsa bahtınıza dizimi diyerek, tamamen yerel otoriterelerce kabul görmüş (İsmail Abim, Eminönü neyzeni Faruk abi, Berber Remzi abim, ICF'den Perihan ablam (Ildır Cemaati Failatün) sertifikasyonlu KPSS mevzuatına uyumlu, soru-cevap anlatımlı hayrat yazı dizimine başlıyorum:

S soru C cevap demek...

S: Örgüt kültürünü oturttuk sayılır, misyon-vizyon çalışmaları sona erdi, çalışanlara kişi başı 380 saat hard skill, 529 saat de soft skill eğitimleri verdik. Fakat hala performans görüşmelerinde; 'ben A yı hak ediyorum sen C vermişin gibi içselleştirilememiş, farkındalıklaştırılamamış lov pırofayl cevaplar alıyoruz ne yapabiliriz?
C: Kov
S: Efendim?
C: Kov skill eğitimi almamışsınız diyorum. Kovucen....

S: Onları da anlamaya çalışıyorum tabii...saat 08.00'de mesaiye gelmek için saat 06.00'da servise binen var. Gelene kadar pozitif enerjilerinin yarısı boşalıyor ve günışığı ve güneş selamlama gibi içbükey rutinleri kaçırıyorlar...Bunu anlatamıyorum...reiki yapın biraz daha erken kalkın ommm yapın diyorum ama ne kadarı alıyo tabiii...Sizce???
C: Dört gün bisikletle gelsinler işe
S: Nasıl yani?
C: Bisiklet tedarik edin firmadan verin pedal bassınlar. Saat 04.00'de yola çıksın berduşlar...güneş ve ışıkla ilgili rutini pedal basarken tamamlasınlar...işe vardığında sırasıyla hayatından ve kendinden tiskinecek...cuma günü tekrar servise bindirin...şükranla dolup taklayla günü bitirecek...biz buna koçlukta hölümü göster, sıtmayla ışık saçsın öğretisi diyoruz...
S: Evett...

S: Çok kişiyi eğittim ben...elimden neler geldi geçti...3 soruda yamultup atmazsam adam değilim...
C: Soru neydi?
S: Sorum şu: tek soruda yamultayım istiyorum...böyle şavalak gibi kalsın karşımda....paaatttt. Nedir o soru var mı?
C: Var
S: ?
C: Şimdi kulağına kulaklık takıcam senin...içinden tık tık tık diye sesler gelmeye başlıycak...
S: Eveeet?
C: O arada o tek soruyu duycan...

Yazı dizimin devamı gelecek...hayrattır şey yapmayın yani...

29 Haziran 2014 Pazar

İZMİR...

Yıllar sonra,
İzmir yeniden
Zamanın, güneşin ve denizin yavaş aktığı...
Eylül şimdiden geldi
Yorgunum ama dostlarlayım...
Ne için yaşıyorum ki?
Gitgeller başladı...
Şehir hiç yadırgamadı
Beni biliyorsun, yeri biliyorsun, buradaki seni biliyorsun...tek yapacağın pasaporttan gevrek çay, sıcaktan alınteri ve seferihisardan mandalina...devam et dedi...
Bu yaşta yorgunluğa dinginlik, konakpierden denize bakmaya huzur, sessizliğe;hasret, sözsüzlüğe saygı demem gerekeceğini bir kere daha öğretiyor izmir...
Biliyordum diyemiyorum...
Herşeyi yine yeniden öğrenmek gerekiyormuş...diyebiliyorum
Eh...

YAZ...

Niye gerçek dinlenme hasreti yazla bütünleşik? 
Bilmem öyle mi?
Niye yolculuk öncesi herşey kendiliğinden düzgün, mutlu ve beden kendini salmaya hasret ?
Yattığın odanda cam açıkken esen rüzgar tülü havalandırırken, dışarıdan duyduğun çocuk, çekiç, martı, kumru ve seyyarın sesi niye müzik? 
Ayağın çok çabuk ısınan çarşafta serin bir yeri kolaçan edip bulduğunda, yüzüne yayılan mayışıklık, terleyen ensenden yastığı bir öyle bir böyle çevirirken duyduğun şükranlı rahatsızlık...
Yaz; hiçbir şeyi değiştirmiyor aslında... 
Gerçek duygumuzu, hissiyatımızı ve özlemimizi sıkıştırdığımız zaman yaz..sanki...
Yaz aşkı mı? Hayır...o gerçek aşk...sadece eylülden itibaren yapay ve rutin gerçeğimiz olduğundan ona yaz aşkı, buna yaz havası, berikine tatil hali diyoruz.  
Bu şekilde çalışmak insan tabiatına aykırı...sen biliyorsun o şekli...
Yazın her yaptığımız aslolan... gerçek...
Sağ lobun efendi, sol lobun köle olduğunu hatırladığımız nadir anlar yani...
Yaz biterken neye özlem duyuyorsak, neye burkuluyorsak neye aç kalmış olarak yola devam ediyorsak...gerçek ihtiyaç ve gerçeklik o...
Yazı unutma...
Hatta yaz...



24 Haziran 2014 Salı

ÇORAP SÖKÜĞÜ

2000'ler; kişisel aymışlık, farkındalık, eşelenme, deşme yılları...duydukça şaşırma, şaşırdıkça daha fazla duyma, daha fazla deşme ve farkındalık arttıkça haz alma, ben artık eski ben değilim-olamam, artık hayatımın ipleri benim elimde, yeter yeterrrrr artık sıra bende yılları... 

Oradaki kurs bitince buradakine sarılma, buradaki bitince daha fazla kendimi nasıl deşebilirim turlarına çıkma, susma, inziva, varışa değil bizzat cörniye odaklanma, aniden üzerimize çöken ağır ağır manalı gülümseme halleri, anlayış, sevgi ve bağışlayıcılıkla dolma, arınma, Mevlana'nın duyulmadık sözlerini deşme, iki ay önce sofra tuzu diye duyduğu Lao Tzu'nun müdavimi olma, yaşlı bilgelerin sözlerinin tamamının kendi hayatı için söylendiğini sanmaya başlama, devinme, devrilme, silkelenme yılları...

Kiminin parası çok, zamanı b..k; ay evde boş boş oturacağıma bari kendimi deşeyim ve hatta erip başkasını da deşeyim, dur yahu fena bişi değilmiş bu işler diyerek...
Kiminin trend bu, ben de bu tren(d)e bineyim diyerek,
Kiminin hakikaten ererek:))
Kiminin 'haydaa kendi elimle canavarlar yarattım' diyerek,
Ama hemen herkesin korpırıt rutin giyotininin kelleyi almadan önce uzattığı son kapılardan biri olarak...
2000'li yıllar...

Çorap söküğü gibi gelecek artık gerisi...yeni bir korpırıt canavar daha...
Laom Tzum; sen bile korpırıtın adamı oldun...

Mark Knopfler: Everybody Pays...

i got shot off my horse
so what? i'm up again
and playing
in one of these
big saloons on main
you can come up here
take a look
around these sinners' dens
you're only ever going to find
one or two real games
nobody's driving
me underground
not yet anyway
but either on the strip
or on the edge of town
everybody pays
everybody pays to play

yeah, you ought to stay
right where you are
in sawdust land
it's probably the
safest place to be
with your
greasy little pork pies
and your shoestring hands
it makes
no difference to me
all those directions
which we never took
to go our different ways
who went and wrote
the oldest story in the book?
everybody pays
everybody pays to play

curl up inside
a boxcar dream
and disappear
with a couple
low roller friends
you were never one
for trouble
so get out of here
i knew the game
was dangerous back then
but nobody's breezing
through these swinging doors
just ups and walks away
everybody has to leave
some blood here on the floor
everybody pays
everybody pays to play



17 Haziran 2014 Salı

ÇEVRECİ BEYİN DİYALOĞU...

- Tut ki anladın...anladıkça ne oldu? 
- Kendimi rahatlattım...
- Niye? 
- İhtiyacım vardı...
- Neye?
- Kendimi rahatlatmaya... 
- Eh zormuş işin...
- Tut ki çözdün; çözdükçe ne oldu? 
- Kendimi çözmüş hissettim...
- Peki sonra ne oldu? 
- Rahatladım...
- Niye? 
- İhtiyacım vardı...
- Neye? 
- Kendimi rahatlatmaya...
- Rahatsız mısın sen?  
- Soranım çok...
- Nerede? 
- İçimde...
- Kaç tane soranın var?
- Çoklar...
- İçlerin rahatladı mı? 
- Soruyorlar hala...
- Ne zaman tam olarak rahatlıyorlar?
- Rahatlamıyorlar...
- Eh zormuş işin...
- Peki sen hiç merak etmez misin, anlamaya çalışmaz mısın?
- Çalışırdım bıraktım...çevreci oldum ben; mümkün olduğunca anlamamaya çalışıyorum...biliyorsun en çok  oksijen yakan organ beyin; yaktıkça karbonmonokside olmuş düşünceyi de doğaya salıyor...karbonsalınmayayım istiyorum...beynimden geldiğince...
- Ama insan düşündükçe, anlamlandırdıkça, deştikçe insan değil mi?
- Bilmem...'doğaya' zarar vermeyelim de...