13 Eylül 2015 Pazar

YALNIZLIĞIN ESANSI

Bu ara memleket gündeminin kavuran yakıcılığından benim de dilime fazlaca vurduğunun farkına vardım. Sağa sola bir şeyler yazmak, yazdığına gelen yorumlara cevap yazarken öğrenmek, kızmak, üzülmek, düşünmek öğretici tabii ancak biraz kendi çalıştığım konulardan koptuğum hissi ağır basınca biraz blog yazayım dedim.

Modern insanın yalnızlığı yaşamasının yol-yöntemleri üzerine okuyup, nedenlerini incelerken elime geçen klasiklerden olan Anthony Storr'un Solitude isimli eserinden bir hayli not almışım. Yalnızlığın bilinçaltının, bilinçli bir şekilde serbest bırakıldığı (bırakılabildiği) anlarda 'aktif yaratıcılık' olgusunun ortaya çıkması bir kere daha ilgimi çekti, hoşuma gitti. Jungian aktif yaratıcılık yani. Fantazileri, hayalleri dışavuran, 'umursamayan kişiliğin' yargısızca ortaya çıkmasına izin verme halimiz...

Oluyor mu böyle halimiz bilemiyorum tabii ama bu halin ortaya çıkmasına yalnızken izin vermenin verimliliğine dikkat çekiyor Storr. Yani kendimiz için, gizli kalmış yanımızın ortaya çıkmasına izin vermek. Ben Anthony Storr'u okurken bu izin verme halinin gidebileceği yer hakkında katıldığım egzersizleri, tecrübeleri not tutuyorum. Sonradan okuması hoşluk, boşluk, dinginlik, şaşırma gibi yaratıcılığı ekstra tetikleyen duygular uyandırıyor bende... 

Ve nedense Storr'u okurken yanımda kendiliğinden beliriveren Bozkırkurdu'nun (Hermann Hesse) olması da hoş bir sürpriz oldu bana:)) Daha modern bir kurguda devam eden şekilde de, paralelde yeni elime geçen Niccolo Ammaniti'nin Çamur'u bulunuyordu. Doğan Kitap'tan çıkmış ve kapak tasarımında da bizim Ayşe Çelem imzası vardı. Tevfikliler için gelsin bu ekstra bilgi de...

'Yaratıcılığa olan açlık, bütün olmaya karşı duyulan arzu ve uğraşı kökenini şuradan alır: Tam olamamanın farkındalığından gelen bir şeylerin eksik olduğu kavrayışı...' diyor Storr. 
Keyifli olan da tam olamamak sayesinde tam olduğumuzu anlamak herhalde:) Bunun bir adım ötesinde Storr bir kaç kavram arasında nedensellik bağı kurarken dikkate almamız gereken bir konunun da altını çiziyor: Aktif Yaratıcılık-Koşullu Sevgi ilişkisi...

Şöyle ki: çocuk; anne-babasının fiziki varlığında ancak onların istediği gibi bir çocuk olursa sevginin esirgenmediğini gözler-içselleştirir ve büyürse (ebeveynlerin bir çoğunda olabilen, istemdışı gelişen ve 'kendi benliğinin tecrübe ettiğini, çocuğunu korumak-kollamak amaçlı 'genel doğru' olarak kabul eden bilinçli veya bilinçdışı öğretiler diyelim) birçok kendine ait otantik davranışı yanlış-düzeltilmesi gereken veya sürekli beğeniye muhtaçmış gibi  algılayabilir. Bunun devamında da, çoğunlukla başkasının sevgisini kazanmaya oynanan bir hayat ve ancak yalnızken 'kendi' olabildiği için tercih edilen bir yalnızlığı yaşayabilir...

Bununla başa çıkıp (mutlaka temiz-leziz-semiz ve hijyenik bir hayattan söz etmiyorum) dışavurumculuğunu özgürleştiren nice dahi kıvamında sanatçıya-düşünüre dikkat çekiyor Storr...Bir de başa çıkamama durumu var tabii...Yalnızlığı seçip, dışavurumculuğunu kendi içinde paylaşanlar...

Bana hep çok enteresan gelir yalnızlığın şekle bürünmüş binbir hali...Cibran'ın dediği gibi diyelim o vakit:

'Ben burada erkek kardeşim dağ ve kız kardeşim denizin arasında oturuyorum. Biz üçümüz yalnızlıkta biriz ve bizi birbirimize bağlayan sevgi derin, güçlü ve gariptir. Hatta bu sevgi, kız kardeşimden daha derin, erkek kardeşimden daha güçlü ve benim deliliğimden daha gariptir...'


6 Temmuz 2015 Pazartesi

NASIL BİR BUHRANSA...

Önce ayaklarım terketsin bedenimi
Değil mi ki tabanlarımın sızısı çenemi titretiyor...
Ruhumsa kararsız kalsın henüz,
Kalıpla gitmek arasında...
Kararsız ruhları hep çok severim, uzaktan uzağa,
Antalya sıcağından pis bir mobilet sesi fırlasın peşisıra
Caddeden böğürüp hızla karışsın rüyaya,
Çiğ benzin atsın benzim...
Bunca yorgunluk ekmeğin ardında,
Farklı bir aynı olacak yarın nasıl olsa...
Sense, az daha bekle orada,
Önce kendim iyice bir terk etsin beni 
Burada...


20 Mayıs 2015 Çarşamba

DAVOS KARINCASIYLA BOK BÖCEE


Günler günleri kovalarmış.

Hep dermiş ki: ‘ulan herkesin bir işi gücü var, herkes hayata asılıyor, pozitifamazonlarda yıkanıyor, kurulanıyor, çıkıyor…hiç birşey olmamış gibi devam ediyor. Plazalarda p(a)lazlanıyor, AVM’lerde avemarialanıyor, üç gün mauritusa kaçıyor, 2 yıl önceden uçak biletlerini alıyor…yer önemli değil sonra bulunuyor, batı bitti doğuya, kamçatka bitti alaskaya…gidiliyor’
Hadi dermiş parayı hallettik, bu yaşam enerjisini nedecez?
Birgün bir dostla karşılaşmış eskilerden…
- ‘Yaşam enerjisi olan pozitif insanlarla ol, negatif, huysuz olanla takılma…demiş...
- Demiş ki: ‘öyle insanım yok, benim insanlar hep geçim derdinde, kızıyorlar sağa sola, tabii farkında değiller pozitif olmanın erdeminin. Değil Sofyaya, Varnaya, memlekete gidecek vakitleri yok…çoluk çombalak…diyormuş ki… araya girilmiş…’
- Hep mazeret hep mazeret…yapan nasıl yapıyor? Sen parayla bozmuşsun aklını…öyle değil o…zaman varolan değil yaratılan bişeydir bi kere…niyetleri varsa bulurlar !
- Para olunca buluyorlar diye görüyorum ben ama…
- Yaa bırak bu fakir edebiyatını…bizim bahsettiğimiz insanı biliyorsun sen….anladın onu’
- Anlamadım onu da, şimdi bir şey diyeceğim mazeret olur diye şeedemiyorum…kızıyorsun..
- Aaaaa…ben kızmam. Farkındalığa ulaştıktan sonra kızmamayı öğrendim. İnsan kendine ulaşınca niye kızsın, neye kızsın? Sadece bu öğretilerle donatıldığım için dışarıdan bakınca bu insanlara üzülüyorum, kahroluyorum. Birşeyler yapmalıyım diyorum…Pardon bi flat white alabilir miyim dekafiene olsun lütfen…Neyse bırakalım bunları nasıl olsa Faber est suae quisque fortunae…di mi?
- ???
- Herkes kendi kaderini yazar yani…latince dedim…Sen napıyorsun bu aralar? Biraz şey gördüm seni…eee dingin,enerjin düşük gibi..
- -Evet…boş oturuyorum bu ara
- Bu ara derken?
- Son 30 yıldır…
- Ay çok şekersin. Bunları yazsana…bi blog filan açsana.
- Evet yapayım. Sonra naapçam?
- Herşey kendini gerçekleştirir merak etme…sonrasını akışa bırak, o yol gösterir…
- Olur bir deneyeyim…sen ne kadar fitsin, pozitifsin ve anlayışlısın. Spor var galiba hayatında?
- A bove ante, ab asino retro, a stulto undique cavetto hayatım…
- Latince şeettin di mi?
- Ay kusuruma bakma bilgi içselleşince dilimden latince çıkıyor. Şey yani; Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her tarafında hazırlıklı olmaya çalışıyorum…hayata bakışım biraz böyle…
- Ya ne güzel şeyler diyorsun. Nereden geliyor bunlar?
- Senle daha sık buluşalım,senin insana ihtiyacın var diye hissediyorum
- Evet insan arıyorum..
- Kalbini aç ve kendini saklama…onlar bulur seni, seninle zıt olanların fikirlerine açıl…eeee nasıl diyeyim: Contraria contraiis curantur...Zıtlar zıtlara iyi gelir yani…
- Ya ne diycem, benim bazı fikirlerim var. Onları hayata geçirecek bir ortak arıyorum. Biraz palazlanırsam kendime daha çok yatırım yapabilirim…Şimdi blog dedin ya…
- Ay sözünü hiç kesmek istemem ama saat kaç oldu?
- Saat 15.00…işin mi vardı pardon ya…ben seni tutmayayım..
- Yok ondan değil…çok keyif alıyorum ve besleniyorum senle olmaktan ama akşam danışanlarımla randevular filan var…bir başka güne geniş konuşalım mı?
- Tabii tabii…telefonun ben de yok…söylesene
- Ya numaramı yeni değiştiriyorum…bu ara çok saçma sapan telefonlar geliyor…sen ver telini bana, benimki netleşince ben sana atarım.
- Olur…Ya bi de şey soracaktım sana: Sen ne zaman çalışmaya başladın, acaip yoğun görünüyorsun…ne güzel yoğun olmak…
- Ya evde otur otur sıkıldım. Bizimki biliyorsun bi Amerikada bi Kanadada…Eveli yıl bir arkadaşım elimden tuttu bir kursa gittik ve hayatım değişti. Meğerse benim pörpızım insanlara yardım etmek, yol göstermekmiş…herkese sevgiyle bakabilmek ve geleni kabul etmekmiş…neyse sonra anlatırım.
- Olur… Facito aliquid operis, ut semper te diabolus inveniat occupatum bu arada…
- Aaa süpersin…sen var yaaaaa…ne kirli çıkısın. Bak neler neler…ben bunu duymamıştım, ne diyor?
- Hep çalışın ki şeytan geldiğinde sizi meşgul görsün diyor…
- Hmm anladım…biraz agresif ve sarkastik geldi bana ama…
- Zıtlar zıtlara iyi gelir dediydin. Bende bir tek bu var latince…boş oturuyorum ya…kendime mazeret işte…boşveeer çalışanın işi, boş oturanın çenesini yorarmış de gitsin…
- Bye…

29 Mart 2015 Pazar

NİYE METAFOR ? DİYE SORUYORLAR HABİRE...

Çünkü metafor hayatın özüdür diye düşünüyorum. 
Başka sen benim coşanımı, duranımı, maniğimi, depresifimi nasıl anlarsın?
'Anlayamıyorum, nereye çeksem oraya gidiyor o zaman' diyenim çok..
Çek gitsin...
Ben doğuluyum...
Metaforsuz duramam,
Bütün'ü anlatamam batılı gibi. Ne diyeceğim? 

İki karşıt şeyden hangisi doğru hangisi yanlış diye bakamam batılı gibi...
Birini illa ki yanlışlamak-reddetmek için...
Tevfik Fikret'te, bir çok batılı Fen bilimcide olduğu gibi, Monsieur Fanet'nin 'ölçemiyorsan yoktur' sözlerine mel mel bakmışlığım ondandır.

İki karşıt şeyin öğelerine kızmam, sevmem, delirmem, aldırmamam, mümkünse 'e napayım yahu' diyerek olduğu gibi kabul etmeye çalışmam ondandır...
Ne bileyim Özdemir Asaf'tandır, Sait Faik'tendir...
Sentez diye bir şey var...yok mu?

Geçenlerde bir kitapta okudum; Amerikalıların en sevdiği atasözlerinden birinin; 
'Yarım ekmek hiçten iyidir' olduğunu...
Ve akabinde okudum Çinlilerin; 
'Çok mütevazi olan, yarım mağrurdur'unu'... 
Daha ne diyeyim...

Metafor kullanıyorum evet, çok sayıda...
Kulağı göstermek için yolu dolandıranlardanım.
'Direk söyle, gerçek duygunu, dolandırma, anlayamıyorum' diyenim çoğalıyor haliyle...
Deyemeyorum. 
Metafora bak halımı anla:))

Nehir hep akar; ama hep kendidir...
Heraklitos

12 Mart 2015 Perşembe

TEK YOL: DEV-ŞİZOFRENİ


Şizofreni; endüstrileşmenin ve modernitenin semiren çocuğu...
Batılı ülkelerde daha vahim, daha sert ve daha acımasız…
Son 50 yılın araştırmalarıyla sabit bu.
Gelişmiş ülkelerde çoktan tahtta, yeri sağlam… Gelişmekte olan ülkeler ise özel diyetinde; körpecik vatandaşlarını çıtır çıtır yiyiyor…
Bir kaç konuyu merak edip duruyorum nicedir, bir yazayım bakayım.

Mesela çıkış noktasını şöyle tanımlasak da oradan bir yola çıksak?
Bugün kültürel devamlılığın üzerine oturduğu altyapı= Kapitalizm-Bilimsel Materyalizm ve Serbest Bürokrasi (Ben öyle diyorum…Herşey serbest, bürokrasi kalktı diyene de…b.k kalktı diyebiliyorum)…bunun devamında da: Homo-tüketimos-dolayısıyla faydacılık-dolayısıyla açgözlülük-rekabet ve ayak kaydırma…ben buradan yola çıktım bile…

Şimdi bu kültürün tamamen ‘farkında olan’ üst-düzey homo-sapienler, korkuyu bu atmosferde daim kılarak herkese kendini sorgulatma ve gerçek dünyanın farkına vardırma ilüzyonunu hakim kılıyorlar…

Daha önceki blog yazılarımda değindiğim üzere, sosyal medyanın birbiriyle tamamen ilgisiz bir çok dünyevi travmatik konuyu ‘farkındalığın artması gerektiği’ kisvesiyle günlük hayatımıza yapıştırıp ilişkilendirmesi, gözümüze gözümüze sokması (juxtaposition) ‘yarın’ korkusunu, kaygıyı ve genel korkuyu körüklüyor. Bu korkunun aşılmasında da yine ‘farkındalık çalışmalarından’ medet umuluyor…diyorum. Tam sarmal yani…

Bakalım dünyanın önde gelen nöropsikologları, şizofreni üzerine çalışan psikologları, felsefecileri ve doktorlarından (Iain McGilchrist, Louis Sass, Dan Zahavi, Giovanni Stanghellini ve Josef Parnas) bir paçalla konuyu nereye bağlıyoruz…

Bunlardan şizofreni konusunda büyük otorite Prof. Louis Sass’dan devamla:
‘….ben modern insanın bu takıntısına ‘hiperfarkındalık’ diyorum. Benliğin ve öz-tecrübenin öğeleri olan ve mutlaka sezgisel ve bilinçdışı kalması gereken öğeler, garip bir pürdikkatçiliğin öğeleri oldu…Farkındalığın seviyeleri çoğaldı, üredi…Birinin kendi-farkındalığının farkına varması ve devamında bu düzeyle yetinememesi gibi…Bunun sonucunda benim bazı danışanlarımda gözlemlediğim şu oldu: Bir bacağın yürümek için diğerinin önüne gelmesi gereği gibi günlük otomatik eylemlerde bile düşünce felçleri oluşmaya başladı…

Bir danışanım; ‘kendi hareketlerimden emin olamıyorum, ne yapılacağını düşünmek zor değil, onun farkındayım, beni sıkıştıran onu yapabilmek’…dedi.

Bir diğeri; ‘İnsanlar nasıl yapıyorlar gıpta ediyorum, ben önce sen nasıl yapıyorsun diye izlemek ve farketmek zorundayım’ dedi…

Bir diğeri; ‘Herşeyi adım adım yapmam gerekiyor, bu hayatta hiçbir şey otomatik değil artık, herşeyin farkında olunmalı’ dedi…

Bu durumlar size abartılı gelebilir belki ama hergeçen gün artan sayıda insanla uğraşıyorum. Bu hiperfarkındalık olgusu, önce sarsıyor, kendine getiriyor sonra yavaş yavaş insanın kendi vücuduna veya sezgilerine olan inancını törpülüyor (nitekim kazayla senden bir tık daha farkında olanı farkedersen-yani öyle olduğuna kanaat getirirsen- yeni sorgu başlatma sarmalına girebiliyorsun). Louis Sass buna Farkındalık Girdabı diyor…

Hatırlarsak, Erich Fromm modern insanı; ‘yalnız-sıkılmış-hep kaygılı-pasif ve sürekli arayan’ diye tanımlıyordu...

Yukarıdaki beş büyük otorite şizofreniye giden yolu şöyle tanımlıyor:
  1.    Önce hiperfarkındalık 
  2.   Sonra kişisel sezgilerin ve kişilik özelliklerinin törpülenmesi  
  3.     Ve nihayet somut dünyacılık…

Ne enteresan; insanın farkındalığının günden güne artması mutlaka beraberinde özgüveni, deneysel tecrübeyi ve dinginliği getirmiyor.

Bu farkındalık işlerini hayatının merkezine koyup, bir türlü çıkaramayan çok insan görüyorum… Ama asıl gördüğüm halet-i ruhiyenin ‘herşeye kadirlikle-acizlik (omnipotent-impotent) arasında acaip bir seyir izlemesi…

Psikoloji diyor ki: yaygın inanışın aksine şizofreni bölünmüş kişilik değildir. Şizofreni kişinin neyin gerçek neyin hayali olduğunu anlayamadığı bir zihinsel hastalık, bir psikozdur. Zaman zaman psikotik rahatsızlığı olanlar gerçekle ilişkilerini kaybederler. Dünya kafa karıştırıcı düşünceler, görüntüler ve sesler karmaşası gibi görünebilir. Şizofrenlerin davranışları çok garip hatta şok edici olabilir…

Hem korkutucu hem düşündürücü…herkes kendi farkındalığına ulaştıkça dış dünyayla bağı kopartmanın ne sakıncası olabilir:))

Neyin gerçek neyin hayal olduğunu da zaten bugünkü sosyal medyayla (medya hiç sosyal olabilir mi allahaşkına bir kere düşün !) anlamak mümkün olmadığına göre…eh…belki de tek yol…

15 Şubat 2015 Pazar

MELAN...

YAZI UZUN...MERAKSIZINA DUYURULUR !

Melan-cholia, melan-chol, melan-koli: eski yunan, latin vb...
Melan: Kara  Chol: Şikayet hali-huzursuzluk-rahatsızlık
Melanet? Mal'ana: Lanetli yani...arapça...
Etimolojik olarak kökten bağlı olsun olmasın Melan; kara...
Niye?
Bilmem belki şunlar olabilir mi?
1- Yetiştirebilirsem 2016 yılında yayımlanmasını planladığım yeni kitap için sosyal bilincin oluşamadığı durumlarda normal-dışı davranış tanımı ve evrimi üzerine tarihi metin okumaları ve yakalayabildiğim seminer-konferans katılımlarıyla meşgulüm bir süredir. 

Eh haliyle tarih okumaları filan yeniden başladı. Çok kısıtlı yerli akademik literatür var konuyla ilgili (niye şaşırmıyorum acaba). Orientalistlikten sıyrılabilmiş kaynaklar da fazla sayılmaz. Erken Osmanlı'dan bugüne normal-dışı davranışların incelenmesi üzerine rastlayabildiğim kaynaklarda ortak olan ve normal-dışı olarak tanımlanabilecek davranışların pek çoğunda cinsel anormallik vak'aları ve sapkınlıklara bolca rastlanıyor...

Bildiğimiz okuduğumuz tarih dışında bir tarihin olduğunu herhalde mürekkep yalamış herkes ucundan-kıyısından biliyordur. Sadece bizim tarih için değil...dünya tarihinin tamamı için...
Eh bazı olgular için kahin, biliminsanı vs olmak gerekmiyor. Sağduyu-bilinçaltı diye bir şey var Jung'um sağolsun. Bakalım bugün reyting patlatan dizilerin 'hangi sahneleri, hangi konuları' en en çok reytingi patlatıyor?

Baskılanmış ve 'zamanında' yaşanamamış cinsellik, beraberinde temel dürtülerde doyumsuzluk ve hurafe kültürünü de besliyor. Bu durum eğitimsizlik, yoksulluk ve cehaletle birleşince, insanoğlu her türlü davranışsal sapkınlığını sarmalayabileceği kılıf arayışına giriyor. Öyle bir kılıf olsun ki, yaşanmamışlıkları, baskıları, eziyetleri, travmaları, cehaleti de sarıp sarmalasın. 

Bu tür bireylerde, hormonlarla beslenen temel dürtü, eninde sonunda sevgiyle tamamlanmadığında, sadece dürtünün beslenmesi hakim duygu oluyor...
Temel sevgi eksikliği, yaşanamamışlıklarla beslenince, neden-sonuç illiyetiyle beraber, insana dair olan değerlerin tamamı ortadan kalkabiliyor. Kendinden hesap sorabilmeyi gerektiren erdem olarak Vicdan; 'ben kimden hesap soracam peki ulan'a evrilebiliyor. Bu; dürtülerin dizginlenemediği öyle bir haklılık patlaması yaratıyor ki, önüne çıkan artık insan olmaktan çıkıp, enstrüman kimliğine bürünüyor.

2- Peki bize dönecek olursak, mesela Saray kültürünün burada bir ilgisi olabilir mi? Vallahi kitaplarda pek bulamayacağız, ancak 'bir şekilde' duyduğumuz ve hiç de yadırgamadığımız şekilde Sarayın içinde yaşananların Sarayın içinde kaldığı, haremağalarından tutun da, anlı-şanlı padişah aile bireylerine kadar uzanan bir yelpazede yaşananlar ve dahi Osmanlı kıraathanelerinde yaşananlar, çocuklar...vs vs...
Nasıl oluyor da bunlar normalleştirilmiş ve bir tür kültür olarak sarılıp sarmalanabilmiş?  

Çok uzağa gitmeden kadına ve çocuğa yüklenen (yani yüklenmeyen) değere baktığımızda ve bu değerin hangi kaynaklardan beslendiğine baktığımızda karşımıza 'cinselliği-sevgiyi bilmeyen, erkekliğin ahlaken, bedenen, zihnen, dinen, doğuştan bir üstünlük hakkı olduğu öğretisiyle dünyaya gelmiş ve bunu neredeyse genetik olarak almış ve aktarmış ve  ahlakı kendi anlayışına, cehaletine yani işine göre yorumlayan  bezirganlar' çıkıyor. 
Toplumsal hafıza böyle oluşunca, yani 'sapkınlığın tanımını böyle bir erkek yapınca', yönetim de bu erkeğe kalınca, her sapkınlığın normalleşmesi kadar normal olan ne var? 

Hele bir de dinine bağlı, ama kitabını bile okumamış, örneğin Kuran'ı kendi okumamış, ama sorulunca 'Fesüpanallah ne biçim soru tabii okudum tövbeee' kabilinden cevaplar veren ve böylece dini; Kuran'ı okumuş, hatmetmiş ama sevginin evrenselliğini, insanlığını öğrenmemiş, öğrenmeyince kendi yaşadığını normalleştirmiş bezirgandan öğrenmiş, iyi insanlığı 'iyi biat eden insan' olarak öğrenmiş kitlelerle yola devam edince (bir nev'i: İmam böyleyse Cemaat ne yapsın durumu) sapkınlıklar sonuna kadar davranışa dönüşmüş ama hep yenin içinde kalmış...

3- Anadolum...güzel vatanım...bazı sorular açıktan sorulmaz, sorulamaz. Bilinir ama, 'artık olmuş bitmiş'e getirilir. O 'olmuş bitmişler bireyin bilinçaltında bitmiyor işte, temizlenemiyor...
Bu yurdumun güzel insanı, nerede öğreniyor cinselliği, nasıl? Köyde, koğuşta, tarlada, bayırda neler oluyor? Olan niye orada kalıyor? Herkes biliyor da niye anlatmıyor? Niye evleniyor mesela? Sevgiye, hayat arkadaşlığına istinaden pek tabii...bilmem öyle mi? Var mı ki elimizde veri bunlarla ilgili? Adliyeye yansıyan birse, yansımayan kaç? 

4-Nihayet toplumsal hafızadan taşınanlarla beraber; 
Cumhuriyet, dini baskıladı,
Tekkeler, Zaviyeler kapatıldı, gavur alfabesine geçildi,
Koskoca imparatorluk ve onun anlı-şanlı kültürü-ahlakı alaşağı edildi,
Tek partiden ve onun faşizminden kurtulmak gerek,
İkinci Cumhuriyet,
ve Nihayet...

Ben yukarıdaki yazdıklarımın tamamını Nihayete şöyle bağlıyorum:
Nihayet; tekrar Errkekk...
Erkeğin önünde duran tüm engeller kalktı nihayet..
Peki elde ne var sonuç itibariyle (Bir kısmını gazetelerden ve Yılmaz'dan alarak):

“Terbiyesiz hamileler” diyen tasavvuf düşünürümüz var.
  75 yaşında kene’den rahmetli olan kadıncağızın cenaze namazını kıldırırken “fuhuş arttığı için bu tür belalar musallat oluyor” diyen imamız var,
“Eşinin dans etmesine izin veren erkek, deyyustur” diyen müftü yardımcımız var,
“18 yaşındakinin zinasına karşı çıkamıyorsanız, 7 aylık bebeğe tecavüze karşı çıkmak timsah gözyaşlarıdır” diyen müftümüz var,
 Alo Fetva hattını arayan kadın “eşim, yani öz babası, kızımıza cinsel tacizde bulunuyor, boşanayım mı” diye sorduğunda, “eşiniz özür dilediyse affedin, evlilik birliğinizi bozmayın” diye fetva veren diyanet işleri başkanlığımız var,
Erkek arkadaşı tarafından hunharca öldürülen kızın, anne-babasını suçlayıp, “kızlarına sahip çıksalarmış” diyen emniyet müdürümüz var,
Kadıncağızın göğsünden girip, sırtından çıkan 26 santimlik bıçağa “sapı uzun gösteriyor, aslında öldürücü değil” raporu veren adli bilirkişimiz var,
Erkeğe hakareti bile kadın üzerinden yapıp “gavat” diyen valimiz var,
Belediyelerde seminer verip, “kadın itaat etmeli, imam nikahlı çokeşlilik kadınlar için kurtuluştur, çokeşlilik yasal olsun, kocama bekar arkadaşımı tavsiye ettim, üstüme imam nikahıyla alabilirsin dedim” diyen aile danışmanımız var, 
Haydi Kızlar Okula kampanyasına tepki gösterip, “kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor” diyen il genel meclisi üyemiz var,
Gezi direnişine katılan kızlara “kaltak” diyen akil adamımız var,
“Dekolte giyen kadınlar tecavüzü göze almalı” diyen profesörümüz var,
Kadın heykelini “erotik” bulup, depoya kaldıran üniversitemiz var,
“Kız öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı merdiveni kullanması beni rahatsız ediyor, diken üstünde oturuyorum” diyen milli eğitim müdürümüz var,
 Evlilik broşürü dağıtıp “gelinlerin daima susması gerekir” diyen belediyemiz var,
 “Mayo” reklamlarını sansürleyen büyükşehir belediyemiz var, 
Terör sorununu çözmek için “kuma” alınmasını öneren belediye başkanımız var...

Yani yavaş yavaş öze dönüyoruz. Bu öz; kimine çoook yabancı, kimi ise onu yıllardır büyük bir hasret, sevgi ve tutkuyla bekledi. Bence; malesef daha yolun çok başındayız...

Bu işler Melan işler, ama Özgecan'ı okuyunca hala sadece 'bazımızın' kalbini şişler... 

28 Ocak 2015 Çarşamba

ANAKARA

Bir zamanlar Ankara;
Gelecek zamanları düşündürürdü,
Botaniğin ayazında Çankayada
Tel örgülerin içinde Tevfikde...
Konyak şişesi cepte,
Hayaller dipteyken...
Anakarayı seyrettiğimi hatırlıyorum
Ben ve gözüm,
Ve kimi zaman Gökhan ve Hatayla...
Gelecek ne kadar aceleci ve hercaiymiş,
Ve Anakara ne acül ve seferi...
Bunca griye, ayaza, kara, sise, betona rağmen
Meğer Anakaranın yerinde kalışı;
Benden gidişlermiş...
Hafızamdan, ruhumdan, kalbimden kopan parçaları gördüm dün 
Portakal Çiçeği'nde
Hepsi;
Yerli yerinde...