31 Aralık 2016 Cumartesi

GÖRÜYORUM Kİ...

Hazırlık yapılıyor...
Bizim camiada böyle bir ayrım yok biliyor musunuz? 
Biz kesintisiz devam ediyoruz...365 diye sayan sizsiniz...
Herşeyi böldünüz, bizi yekpare bırakın...
Duydum ki, katar dolusu ümit, beklenti taşıyıp bize kargoluyormuşsunuz. 
Bir saat önceme 'ne biçim geçtin ulann' diye galiz küfürler ederken, bir saat sonraki parçamın önünde diz çöküyorsunuz. 
Kendi pislediğinin içinde debelenirken özüme küfretmek de nedir?
Bir şey söyliyeyim mi? Ama darılmaca yok:
Bizim camiada 'hatırlanamama-unutulma-onaylanmama-ihtiyaç duyulmama-bişey olamama' diye korkular yok biliyor musun?
Onun için özümüzü yani zamanı bölmeyiz, yekpareyiz...
Yılı siz icat ettiniz...
Korkusuz yaşayınca saymaya değil, bırakmaya ihtiyacın oluyor...
Öperim...

7 Ekim 2016 Cuma

YARİN ZÜLFÜ VE AÇIK YARELER...

Öğrenci acımasızdır patlatıverir:)
Daha ilk hafta, birinci ders: 
- 'Hocam suya sabuna memlekete dokunmadan psikoloji, beyin filan yazıları çoğaldı? '
- 'Vallahi son 20 yıldır zaten hemen her vatandaş gibi memleketin hal-i pür melalini ve senin dediklerini yazıyorum ve evet belki de bu ara suya sabuna dokunmamaya başladım, başka?' diyemedim...
Neden acaba? 
Demek ki bu soru bende kapanmamış açık yaralara dokandı:))
Neyse, zülfü yare dokunmadan bir deneyelim...

Zaten yarin zülfüyle ilgili çok yazdım sanıyorum. Ama yaş itibariyle bloğu yeni okumaya başlayan genç okur var tabii. Gençlik başka biliyorsun...

Şimdi bu diyaloğun ardından 80'li yılların başından itibaren staj yaptığım gazeteler dahil yazdığım haberleri ve sonraları akademik kaygı taşımayan dergi yazılarını filan çıkardım arşivden. Aslında genç arkadışımın sözü beni motive etti, iyi de oldu. Ders aralarında son 30 yıldır kendimce yazdığım yazılara göz atma fırsatı buldum. Sanıyorum an itibariyle, 'ne' yazmışımdan ziyade 'neden yazmışım acaba?' sorusu beni daha çok cezbetti.

Erken-dönem yazılarında (80'ler) bir gençlik ateşidir, bir 'derdim var' kaygısıdır göze çarpıyor:)
Duyduğum, öğrendiğim, kısıtlı tecrübelerim yazılarda şöyle bir tat bırakmış: 'bu sorunları ve arkasındaki 'gerçek' nedenleri kavrarım, analizini yaparım ve bilginize sunarım...Nitekim çoğunuzun bunlardan pek haberi olduğunu sanmıyorum:)) ' 
Yazıların konusu: yarin zülfü...

90'lara gelince yazılar bolca; akademik dil kullanım kaygısı, çokça memleket işleri korkularından kaynaklanan kulağı topuktan yola çıkarak gösterme, akademik ilerleme isteği, ekmeği büyütme çabası, yaşam mentorlarının devreye girmiş olmasıyla biraz onun yönü, biraz bunun yolu vs. kokuyor...
Yurtdışı tecrübeleri de devreye girince daha fazla ahkam kesme hakkını da bulmuşum sanki:))
Yine çokça gırgır yaparak bir şeyleri ifade etmeyi sevmem de o dönemin eseri gibi...
Yani korkuyu barındırıp, kendimi koruma isteğinin mizaha  evrilmesi...
Sanıyorum bugüne sirayet eden; 'fazla şekerleyerek, pamuğa sararak, öteden-beriden getirerek betimleme' merakını keskinleştirdiğim dönem de yine o dönem olmuş...metaforla anlatmaya verdiğim büyük değer haricinde...
Peki yazıların konusu: bu konuda hiç ilerleme yok ne yazık ki: yarin zülfü...

Bugün yakın geçmişe bakınca (2000'ler) benim cesaret sınırlarıma göre oldukça, hatta baya nalına-mıhına yazılar yazmışım. Üstelik mağarada artık iki de kız çocuğu varken ava çıkmışım. Ya da bana öyle geliyor:) 
Neden acaba?
Sanki yaş aldıkça dinginleşeceğime hafiften bir dellenme olmuş. Diyorum ki;
- Unutulma korkusu,
- Cesur görünme ihtiyacı,
- Çocuklarımın geleceği,
- 'Sonunu düşünenin sonu ne oldu ki?' kamçısı,
- 'Yeter ulan sus sus nereye kadar ?' dürtüsü,
- 'Çevreye laf yetiştirme kaosuna mağlup olma' vs vs vs...
Yazıların konusu? :))

Peki bugün? 
Bugün başta kendimden olmak üzere çevremden ciddi anlamda korkuyorum. 
'80'leri yaşadık ulan biz' filan kurtaracak gibi değil bu korkumu. 
Nasıl anlatsam? 
Kalabalıklar: çok büyük...
İnternet: Fiber.
Ortam: Siber. 
Cehalete olan aşk, açlık ve yedikçe aklı-bilgiyi vandallıkla ezme isteğinin doyumsuzluğu: Sonsuzz...
Erişim: Sıfır

Benim dilim bu ara ancak bu kadar dönüyor ve vallahi tam böyle hissediyorum. 
Söz gençliğin diyor, çaktırmadan kırıyorum...




 


16 Eylül 2016 Cuma

TERRA INCOGNITA

Elli yılın ne kadarını hatırlayabilirsin ki? 
Üstelik beyin, hatıratının belki de çok önemli bazılarını yeniden kurgulayıp sana gerçekliği farklı farklı sunarken...
Bu konuyla ilgili ciddi ve somut beyin çalışmaları var. Bu aralar bu konuyu okuyup takip ediyorum.
Geçenlerde uçakta durmadan sudoku vb. çözen benim yaşlarda gözüken bir yolcuyla beraber seyahat ediyordum. Parmaklarının çözme isteği ve telaşını farkettim, gözlükleri ve kaşları beynini itip kakıyor gibiydi...
Nedense bu aralar bu yolcular sıkça dikkatimi çekiyor. Belki de çoğalıyorlardır...
Unutacağız, unutuyoruz zaten. 
Galiba önemli olan sonradan onları nasıl tekrar kurgulayacağımızı şu anda bilemememiz. 
Göle attığını sandığın taş, aslında denize attıklarının durgunluğa özlem duymuş yeniden kurgusuysa? Ne çıkar? 
O an o hatıratı bu şekilde yazma isteği hippokampüse nasıl hükmediyor acaba?
Özlemler ve beklenenler (ihtiyaç duyulanlar diyelim) gerçek yaşananları dizayn ediyorsa kaç EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing / Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) gerek bir faniye acaba?
Ya hatırlamaya çalıştıkça beynin çok özel bir bölümü - mesela ismi harlequin olsun, ne de olsa senin gerçeğini sana sadece soytarın söyler:) - 'nasıl isterseniz efendim' diyorsa?
Peki ya gerçekte yaşananlar?
Ben bundan çokça rahatsızlık duyulacağını zannetmiyorum.
Nasıl olsa olması gereken hatırlanacak, olan değil. 
Öyle olmuyor mu zaten?
Önümde sağlıklı olarak hatırlayacağım kaç yıl var bilmiyorum ve bugüne kadar hatırladıklarımın ne kadarı soytarımın kurgusu o da meçhul...
50. yaş itibariyle ileriye dönük düşüncem ise, kırıntısını hatırlayamayacağım kadar uzun bir süre ve milyonlarca metrekarelik bir terra incognita ziyareti...
Soytarımla birlikte...
Beklerim:)

 
 

31 Temmuz 2016 Pazar

ÜRYAN RÜYA...


Rüyada üryandım. Edward Elgar çalıyordu radyoda. Yanımdan sadece mor parkları ve sis farları açık  gayet parlak kırmızı bir şahin geçiyordu ki Köszen’in tokmağı indi beynime: Ceddin Deden Neslin Baban…
Çocukluğumun mehteranı mı diye perdeye uzanıp açtığımda Jung’u gördüm, pis pis sırıtıyordu: ‘arketip düşmanı bir tipsin’ diye bağırdı…‘Temel aritmetik, trigonemetri, felsefe, mantık müfredatlardan kaldırılıyor bu yıl. Bunun için dersler öğlen bitecek. Okullar liselileri erkenden salacaklar oraya buraya…senin kız liseli değil mi? Nhıahhahaahaha…..diye kahkalar atarken yüzü Herman Hesse’e dönüştü ve fısıldayarak: ‘yetmez ama evet’ dedi…
İzmir yanıyordu…
'Daha da sıcak olacak, hatta 2030 da konyadan sonra ilk çöl burası olacak' dedi Madmax… gördüm poşu takıyordu. Sepetinde yemiş vardı. Bunu yiyip üstüne su içmeyesin sakın dedim.
‘Halk nerede?’ diye sordum? 
'Otobüsleriyle avemelerde yaşıyorlar artık, sen niye dışarıdasın, salak mısın? dedi. ‘Sen hangi halkı sormuştun’ dedi sonra…
Kaç tane var? diye sordum…
'Yürü git kırarım ağzını burnunu dalga mı geçiyorsun lan’dedi. Arabasının sadece park ve sis farları açıktı. Mordu. ‘Hatasız Kul Olmaz’ çalıyordu.
‘Olimposta taş toplayacağım işim var denize gireceğim’ dedim. Döndüm gidiyordum ki, enseme demir gibi bir tokat yedim.
Baktım, Zeus’tu.
‘Gerizekalı bak bakalım deniz kaldı mı dedi’. ‘En son deniz Göcek’te kaldı. Oraya da disneylanddaki oyuncakları tek tek sayabilenleri alıyorlar‘ dedi. ‘Hem de hangi oyuncağa hangi boydaki çocuklar binebiliyor onu da bilecen’ dedi. Bir de…
‘Bir de kimleri alıyorlar oraya ulu Zeus? diye atıldım…ama o :
Şşşşş ses etme Robert Plant Türkan Şoray kipriği yapıyor, çok yaşlandı elleri titriyor şaşırtma’  dedi.
‘Bize ne oldu böyle, burası hala Türkiye değil mi? ben neredeyim yahu? Alt tarafı rüya değil mi bu? Uyanacağım nasıl olsa derken Donald Trump eliyle sandalyeyi gösterdi, ‘otur’! dedi. ‘İki çift laf edelim, birazdan gelirler lafı da ağzımıza tıkarlar’ dedi.
Kim ki onlar? Diye sordum.
‘Kim Khi Klan’ ve Victoria’nın  Sikrıtları’ dedi.
‘Ben başkan olmuştum ama tam mazbatayı alırken biri vıcık vıcık zeytinyağlı elleriyle kıspetimin taa içlerinden tutup ‘ben sana aşığım al beni dedi. Bu kadar kısmetsizlik olur mu derken gözgöze geldik, fena değildi, olur mu olur dedim kalktık geldik. Lakin ‘Hilary’nin iki koca almasından sonra işler değişti. Hilary Kalesi oldu. Kocaları ejderha çıktı. Ağzımıza sı…ı. Al götür bunları buradan, bunları bizim başımıza hep siz sardınız’ dedi.
Bu Türkler bu işi çözer mi sence? diye sordu.
Bu Türkler dediğin biz mi oluyoruz ya amca? dedim.
‘Bırak bu bilmez pozları. Sen de onlardansın değil mi? dedi.
‘Onlar kim ki’ diye sorarken ‘Kim Khi Klux Klannnnn hahahahahahahahah’ diye çığlık çığlığa martılara karıştı. İçimden bir ses ‘sakın simit atma atmaaa’ diye beni dürttü. Dürttükçe dürttü…kolum morarırken serin denizde dalgaların içinde 48 plaka bir şahin gördüm. Sadece parkları ve sis farları açıktı…Müslüm çalıyordu bangır bangır…Hangimiz Sevmedik ki?....çarptı…beraber batarken arka camında nakış gibi işlenmiş beyaz bir şekil gördüm.
‘Haroşa’ dedi…bir terslik oldu…düze çıkar mı bilemem....nasıl olsa batıyoruz, keyfini çıkar' dedi...



28 Temmuz 2016 Perşembe

Yollar nasıl biliyor musun?

Yollar nasıl biliyor musun sonbaharda?
Teli kopmak üzere olan bir gitar sesi gibi 
Akordsuz cız ediyor kalbin
Gökyüzünden bulut geliyor katar katar
O hep gidip, hiç göremediğin en kuzeyden
Serin esiyor, işliyor...
Camdan çam, dağ kekiği ve yağmur kokusu doluyor
Yollar yalnızken o kadar çok hikayen oluyor ki,
Hayatının yalnız yaşanmışlığını doldurup taşırıyor
Yetiyor...
Ve herşey geçerken camından,
Hayat kalıyor...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

RÖGAR KAPAĞI

Bayramlar seyranlara dönüşeli epey oldu herhalde...
Herneyse; İspanya'nın kuzeyi Bask bölgesindeydik. Euskadi diyorlar ya...
ETA'nın estiği yağdığı topraklar. Zenginleşmişler iyiden iyiye, İspanya'yı sırtımızda taşıyoruz nidaları filan...
Güzel memleket vesselam. Donostia (bizim daha aşina olduğumuz şekliyle San Sebastian), Hondarribia ve Bilbao'yı gezdik, gördük. Nasıl desem; biraz ege, biraz karadeniz, bazı yerlerde hiç yakışık almayan apartmanlar... izmir kordon şekli gibi... ama yine de tarihi dokuya sahip çıkılmış. Huzur gelmiş ETA'yla barışalı. Her yerde Bask esintisi kuvvetli. Havaaalanı vb yerlerde 3 dil var. İspanyolca-Baskça-İngilizce...
Hava 20-27 gidip gelmekte. Atlantik bol bulut ve yağmur bırakmakta. Eee pireneler de bunu çekip istemekte. Akşamları ciddi serin olabiliyor bu mevsimde dahi. Yani ege esintisini nordik yaşamak isteyenlere (benim gibi) birebir. Öyle İstanbul'un, İzmir'in havasına-kızına güven olmaz filan diyenlere hemen her dakika sözünü yutturacak cinsten bir hava... hiç görmemiştim böylesini...
Evet turizm ofisi görevini ifa ettikten sonra gelelim beni asıl etkileyen konuya: Rögar kapakları...
Yürürken telefonla yere eğilip rögar kapağı çekmekten bitap düştüm. Demir ve çelik, altından neyin geçtiğini ancak bu kadar güzel unutturabilir. Bilmiyorum onun için mi işlenmiş nakış nakış ama böyle rögar kapaklarını görünce altından ne aksa, ne geçse, hangi şebeke kurulsa ne gam...
Yollarda yürürken düşünüp durdum. Neden bu memleket böyle lağım-su-elektrik-telefon-gaz kapakları yapar? Para mı çok geldi diyeceğim, evel-ezel kapaklar böyleymiş...
Acaba günde kaç rögar kapağı çalınıyordur? (niye böyle bir düşünce geldi aklıma acaba?)  Bir sosyal ağ, toplumsal örüntü mü beni bu şekilde düşündüren? Yoksa bizatihi benim mevcudum bu da, bundan duyduğum rahatsızlığı toplumsal örüntüye mi yüklüyorum:))
Neden bu rögar kapaklarını gördükçe aklıma şunlar geliveriyor?
İz bırak
Huzur ver
Rahat ver
Bırak orada kalsın
Biraz düşün, adam ol
Sanat sev be, Elgar dinle
Savaşsanda, terörize etsen de vandallaşma
Eğitilme, öğren
Koyver gitsin
Yapma kardeş, çalma
Ağır yaşa, koşma, yetişme
Yetişme her bir boka...yetişsende, yetişmesende üstünde nakış nakış rögar kapağı altında bok, yetişmesen de...
Ama mutlaka sanatla dinle, sanatla izah et










23 Nisan 2016 Cumartesi

LANUTİ VAKASI

'...eldivenlerimden birini kaldırarak 'bu nedir?' diye sordum.
'İnceleyebilir miyim?' diye sordu ve eldiveni eline aldı. Geometrik şekilleri inceler gibi incelemeye devam etti. En sonunda; 'kesintisiz bir yüzey' diye açıklamaya başladı. 'Kendi içine kapanan ve eğer bu kelime uygunsa -biraz duraksadı- dışarıya doğru uzanan beş tane kesesi var'.
Dikkatli bir şekilde 'Evet, bunu tarif ettiniz, şimdi ne olduğunu söyleyin' dedim.
'Bir çeşit kaplayıcı mı?' dedi.
'Evet ama neyi kaplıyor?' diye sordum.
Gülerek, 'içinde ne varsa onu' diye cevapladı.
'Pek çok olasılık mevcut. Bozuk para çantası olabilir mesela, çeşitli büyüklükteki bozuk paralar için şey olabilir...'
Bu saçma konuşmaya engel oldum. 'Bildiğiniz bir şeye hiç benzemiyor mu? Vücudunuzun bir parçasını kapladığını düşünebiliyor musunuz?' diye sordum. 
Yüzünde anladığına dair bir belirti yoktu. 
Daha sonra, kazara eldivenleri eline geçirdi ve 'Aman tanrım bunlar eldiven!' dedi. Bu durum Kurt Goldstein'in (meraklısı için Goldstein: Gestalt terapisi öncüsü Fritz Perls ve Abraham Maslow gibi abilerin ilham kaynağı nörolog ve psikiyatristtir) nesneleri ancak kullandığında tanıyabilen 'Lanuti' isimli hastasını hatırlatıyordu...

Yukarıdaki alıntı Prof. Oliver Sacks'ın efsane kitabı 'Karısını Şapka Sanan Adam'dan alıntıdır. Bizzat Prof. Sacks'ın hastası Dr.P ile aralarında geçen gerçek diyalogdur.

Devamen: 
'Luria'nın dediğine göre, Zazetsky (Dr.A.L.Luria, nöropsikolojinin isim babasıdır...Zazetsky de beyninin sol lobunda ur olan hastasıdır) 'lanetlenmiş biri gibi' kaybettiği yeteneklerine kavuşmak için sarsılmaz bir kararlılıkla savaşırken, Dr.P'nin savaşmaması, kaybettiği şeylerin ne olduğundan bihaber olmasıydı'.
Hangi adam daha trajik bir durumdadır ya da hangisi daha lanetlidir? Başına geleni bilen mi bilmeyen mi?'

Acaba Lanuti gibi beyin travması yaşamadan insanları nesne sınıfına sokarak ancak kullandığında tanıyabilen bilinçli Lanutiler var mı ki:) 
Eğer varsa, kullandıkları nesne-insanlardan hangileri daha trajik bir durumdadır ya da hangisi daha lanetlidir? Başına geleni bilen mi bilmeyen mi?'
 
 

21 Nisan 2016 Perşembe

Miskinler Tekkesi

Niye bu kadar çok soru soruyoruz birbirimize?
Niye 'doğru soru' sordukça birbirimize yardım ettiğimizi düşünüyoruz? 
'Kimin için doğruyu' soruyoruz?
Hangi hak ve hadle sorduğumuz sorudan aldığımız veya almadığımız cevaba istinaden jestli, jestsiz, mimikli, mimiksiz, boş/dolu bakarak sessiz kalma hakkını görüyoruz kendimizde?
Niye bu kadar ve birdenbire yardımsever, farkındalıkyaratanperver, soruboğucu ve ruhbükücü olduk?
Beynin; yanlış sanıya sahip olan bir insanı görünce ve dahi onu yanıltınca onu 'daha insan' görüp takdir ettiğini biliyoruz...
Beynin; kendi sorunlarını örtbas edip gömme ve onlarla uğraşmayı erteleme yolunda diğer insanlara yol-yordam-gösterip merhem olmayı kullandığını da...
Buradan yola çıkarak; acaba soru sorarak, insanların 'bizim doğrulara yanılarak, deneyerek' ve belki de sürekli sorguda kalıp mücadele ederek gelmesi beynimizde seratoninle mükafatlandırılıyor mu? 
Yoksa; insanlar bizim doğrulara değil kendi doğrularına mı geliyorlar aslında? Bizim sorduğumuz sorularla kendi doğrularına gelen insanlar yani...
E psikologlar, psikiyatrlar, nöropsikologlar filan ne olacak o zaman? Bu kadar bilim-ilim... 
Yoksa bunların birer yaşam koçuna mı ihtiyaçları var? 
Niye bu kadar çok soru soruyorum ben size ve kendime:))
Niye 'doğru soru' sordukça birbirimize yardım ettiğimizi düşünüyoruz:))
'Kimin için doğruyu' soruyoruz:))
Hangi hak ve hadle sorduğumuz sorudan aldığımız veya almadığımız cevaba istinaden jestli, jestsiz, mimikli, mimiksiz, boş/dolu bakarak sessiz kalma hakkını görüyoruz kendimizde:))
Niye bu kadar ve birdenbire yardımsever, farkındalıkyaratanperver, soruboğucu ve ruhbükücü olduk:))
Miskinler Tekkesi ne tarafta acep?

 

 

31 Mart 2016 Perşembe

İnşallah...

Hayatın maddi tarafını;
Dilin ödünç verdiği kelimelerle oynayıp anlatarak,
Ödünç aldığım ellerimi kullanarak,
Burada bırakacağım sesimi yükseltip alçaltarak,
Eti çekilince kemiğe bürünecek yüzümün jestlerini değiştirerek
Ve nihayet; milyonlarca yıldır zaten herşeyi görmüş olan görme varlığından ödünç aldığım gözlerimle okuyarak...kazanıyorum.
Hayatta öğrendiğim bilginin yanında arasıra ruhuma değip geçen kavrayışlarım, bir silo baldo pirincin içinde iki-üç bulgur eder...
İnşallah kavrayışlarım ödünç değildir...

17 Şubat 2016 Çarşamba

PAVLONYA SOKAĞI

Yazı Ekim 2015 yazısıydı...başlamıştım ancak bazen bitmez ya...bırakmıştım. Zamanı gelmiş:
30 Ekim Cumayı önceden ayırmıştık felekten hırsızlık için.
Önce, Rakı-Kitap-Maydanoz ekibi olarak saat 15.00'de Kadıköy'de buluşup çalışacağız sonra hafif altlıklı yemek ve saat 20.30 da Somer'in (Karvan) yönetip oynadığı 'Aşk Terapisi' oyunu için Levent Kırca tiyatrosuna akın ve çıkışta da altlığa devamen üstlük...
Program üç-aşağı beş yukarı bu şekilde gerçekleşti...
Ama işte Kerim'in (Kitaplı) sözleriyle 'yaa Derviş misali arayan buluyor'...dün enteresan keyifli geçti, aktarayım:
Önce Hülya-Macit Koper'in yazıp Somer'in yönettiği ve oynadığı 'Aşk Terapisi'. 
Oyuncular: Somer Karvan-Suzan Aksoy-Janset-Yusuf Atala ve Fulden Akyürek.
Sahne: Levent Kırca Tiyatrosu
Türkiye'de tiyatro nasıl ve hangi koşullarda yapılıyor, nasıl azimle yeni oyunlar sahneye konuyor, nasıl emek-emek işleniyor ve nasıl 'perdeee !' deniyor...
Vay vay vayyyy...bu insanlar bildiğin sanat misyoneri. Bayağı yel değirmenlerine saldırıp yenen ekip...
Yıllarını vermiş insanlar, kendi memleketlisine 'inadına sanat' diye bağırıyor avaz avaz...Deli bunlar bir nevi...
Oyun: Bir psikoterapistin kendisiyle ve çevresiyle mücadelesini gayet ince-zekice ve tabii nükteli bir dille sunması. ve oyunun sonunda çok hoş bir de sürpriz var...gayet demokratik bir sürprizzz:))
Ekip zaten işin erbabı ancak Somer Karvan performansı mutlaka seyredilmeli. Sosyal Psikoloji çalışan bir akademisyenden reçete tavsiyesidir:)) Oyun bir hayli sahnelendi Türkiye'nin çeşitli yörelerinde. Bulup, denk gelirseniz kaçırmayın.
Oyun  çıkışı bahariye-moda-kadıköy hattında; 'dur şuraya girelim, bekle biraz daha bakalım, hah bak bura iyi' gibi tipik sayılabilecek doğaçlamaların sonunda aramızdaki Beşiktaşlıların maç sesini duymasıyla beraber yol üstündeki gayet iddiasız bir meyhaneye sökün ettik.
Hemen oturup rakı-bira ve yancılarını söyledikten sonra maçla karışık sohbet başladı.Tabii gecenin kendi planları ve getirdikleri oluyor böyle sofralarda. O gece de meyhanede asılı çok eski tarihli bir tablonun İstanbul'un neresi olduğuna dair tahminler yürütürken, meyhane müdavimlerinden bir ağabeyimiz çıkageldi sofraya...bir istanbul anlattı ki bize tevellüt yetmez...
Sonra bir başka ağabeyimiz deep purple, led zeppelin bilir misiniz filan diye daldı ortama...biz kültür şokundan pert halde dinlemeye vakfettik kendimizi...
Yolüstü meyhaneden bir ömür çıktı...
Herneyse dün yine aylık rakılama esnasında oradan buradan konuşurken Somer ve tiyatroya verdiği emek, tiyatro için vazgeçtiği kimi popüler ve madden cazip teklifleri dinlerken ve 'hala böyle Don Kişot dostlarım var Allaha şükür' diye düşünürken soruyu patlattı: 
'Siz okumuş insansınız en son oyuna (benim oyun hariç) ne zaman gittiniz? Tiyatroya gitme sıklığınız ne? İngiltere'de 'kasaba tiyatrolarında' hemen her 5 haftada bir yeni oyun sahneye koyuyorlar neden biliyor musunuz? Çünkü kasabanın nüfusu 5 haftada bitiyor, yeni oyun gerekiyor...'
Ekim'deki meyhanenin sokağının adı Pavlonya'ydı. Dalları bizi nerelere götürdü...hay Allah...


15 Şubat 2016 Pazartesi

Yorgunluk Manifestosu

Çok yorgunum
Belki doğumumdan beri
Kendimi hep mücadele ediyor gibi hissediyorum,
Kendimle...doğası öyle...
Artık bir düşünceyi değil ucundan tutmak,
Anlamaya bile vakıf olamayacak bir becereksizliğe özlem içindeyim,
Çok boş bakar buluyorum hayata kendimi...oh ne ala...
Alnımın ortasında kurşun gibi ağır bir sarkaç,
Bir sağa bir sola sallanıyor
Beraberinde herbiri birbirinin kendisi olmuş düşüncelerle...
"Anlamın" algılanamayacağını ne zaman keşfetmiştim? Meçhul...
Nasıl olsa herşeyin anlamı, herkesin sarkacında farklı demleniyor...ne gam...
"Umursamıyorum" da değil de...
"Düşüncesiz" ve "anlamsız" bir hayatın daha sık pestilimi çıkaracağı günlere doğru koşmak geliyor içimden...
Savuralım bakalım ilk adımı...