16 Mart 2014 Pazar

NİYE OLAMAZ?

Olamaz çünkü;
- 30-40 yaşında hala icazet bekliyorsan olmaz,
- Kendi kendini 'ilan ediyorsan' olmaz,
- Destursuz girip, düsturu koyup sonra da yerle yeksan ediyorsan olmaz,
- Cool olmayı az konuşmakla, adam gibi davranmayı öz konuşmakla açıklarken, bir 'höt' çekilince sesin mıy mıy ediyorsa olmaz,
- Yapıp edip kıvırdıktan saniye sonra, 'yau nasıl olsa unutulur gider, ne gerek vardı zati canım' filan diyorsan...hiç ama hiç olmaz...
- Bu maya suyun dışında sevgi manyaa kaymağı tutar da, suyun içinde bi b.. tutmaz...



DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ: EPISODE-6

Eee dedik hikaye uzun diye...
Hayatımın değerleri bazen acele ediyor niye ben yokum Paris macerasında ulen az mı zaman geçirdik vb:))
Hamdicim, kardeşim az bekle dedim sene daha 1994 yahu:))
Neyse efendim,
İzmir'e döndüm ve döner dönmez derslere girmeye devam tam gaz...Hatta öyle bir tam gaz ki ikili eğitimle beraber saat 09.00-21.30 mesaisi başladı...
Tabii ikinci eğitimden milyarlar kazanıyor İİBF Öğretim Üyeleri  o ara:)) 
Hepsinin altında arabalar, yatlar, katlar ve dahi kutu kutu ayakkabılar:))))
Ben o dönem sosyal psikoloji, sosyal politika ve AB'de sosyal politika derslerine giriyorum (aaa ne tesadüf hala o derslere giriyorum:)) ve sürekli Erasmus'u Fakülteye taşıma çabası içindeyim. 
Orada epey bir ter döktüm ama Fakülteye de Erasmus'u kazandırdık. Bu arada öğrenciler gitmeye oradan öğrenciler gelmeye başladı...ben de bunlardan haz alıyorum tabii...Hep bir fayda sağlayayım eksenine giriyor ya insan...hah işte o :))
Ve fakat bir yandan artık maddi olarak da bağımlılıktan kurtulma (hayır tabii ki öğretim üyesi maaşım var...) çabası filan derken o dönem sağolsun Mustafa Hocam (Prof.Dr. Mustafa Yaşar TINAR) Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği (ESİAD) Genel Sekreteri ve hem de Anabilim Dalı Başkanımız bana gel Esiad'da çalışmaya başla dedi. Ve na na naaaa...Özel sektörle tanışma başladı:)))
Uzun sayılabilecek yıllar ESİAD'da çalıştım. Çok şey kattı bana. Özellikle Mustafa Hocanın işe ve insana yaklaşımını çok dikkatle takip ettim. Hakikaten hele bugünün dünyasında çok zor bulunan hasletlere sahiptir: Akademik disiplinden taviz vermeden esnek olabilme sanatı gibi...
Tabii ki insanın doğasından kaynaklanan ve benim daha genç olmamdan, toyluğumdan kaynaklanan anlaşmazlıklar oldu ama çok şey kattı bana Mustafa Hoca, hakkı çoktur...helal etsin...
O ara nasıl bir enerjiyle çalışıyorum vay vay vayyy...Haftada 3 gün ful üniversite dersi geri kalan zaman ful ESİAD...
AB Projeleri yapıyoruz, yurt dışı seyahatleri, ekip çok keyifli...
Ekip demişken Burcu'ya ayrı bir paragraf açmalıyım. ESİAD Genel Sekreter Yardımcısı sanıyorum halihazırda...
Hayatımın ESİAD döneminde gerçek dostluk ve destek aldığım dünya iyisi bir kız Burcu...

Bu arada ESİAD-Üniversite hattında gelip giderken öğrenciler mezun olmaya devam ediyor tabii:))
Şunun için yazıyorum; garip mektuplar, kartlar filan gelmeye başladı: 'Hocam ben şurada çalışmaya başladım, Hocam ben evlendim, Hocam ben yurtdışında doktoramı bitirdim....Hocammmm !!! biz büyüdük ! Ya sen ? 
Hiç alışık olmadığım durumlar; tatilde bir yerde: 'aaaa Hocam, nasılsınız, hatırladınız mı ben 1998 mezununuz, ben 1994 mezununuz (oooff off yıllar), filan derken Siboyla bi şey yaptık...
Bende saç pek olmadığından sakala düşen ilk akları gördüğüm yıldı 2002...ve bana başka bir dünyadan gelen ve bana benim gözümden bakan bir çift gözü gördüğüm Şubat 2002, ayın 12si...
Pembe bir battaniyeye sarılıydı, kar gibi pembe... 
Yatağın üzerine koydular...
Dünyaya gözünü ilk defa açtığı an, kendi doğumumu gördüm alenen...
Kaskatı kesildiğimi biliyorum. Gözlerini ve açtı ve beni gördü...
Elam...



11 Mart 2014 Salı

DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ: EPISODE-5

Paris...
Paris iyiydi:))
Düşünsene; 'Alo c'est Plilippe Ledoux? Oui c'est moi Bonjour Philippe'le' başlayan çok uzun bir hikayeydi Paris benim için Tevfik Fikret'de...
Hazırlık sınıfında ilk fransızca dersi böyle başlamıştı makaralı teyplerle bir ileri bir geri sarıyordu bu diyalog...
Monsieur Guillard'dı ilk hocamız, fransızcayı sahiden kazıdı beynimize, öyle döndü Paris'e...
Paris'i 8 yıllık Tevfik macerası esnasında kitaplardan filan ezbere biliyordum, Cafe Quotidien nerede, Montmartre nasıl, Moulin Rouge vs vs...bilmeyen Tevfikli yoktur bence...daha gitmeden Paris'i, Ankara gibi...
Bana bir görev verilmişti Londra'daki danışmanımdan doktora tezimle ilgili ben de biraz uzattım orada süreyi...1.5 ay kadar...
Döngü şuydu; sabah cafe-croissant-baguette, öğlen Shakespeare and Co'ya giriş akşama kadar okumaca, şarap filan, sonra ver elini Marais...
Bazen ne yaptığımı hatırlamıyorum bile...Tuileries de filan bankın üzerinde tünüyor sonra sacre-coeur'de bir mantar restoranı vardı orada takılıyor, sonra çalışıyordum galiba...
O ara Londra-Paris mekik dokudum Channel Tunnel sağolsun. En keyifli zamanlar trende geçirdiklerim oldu...o hızlı tren acaip bir lüks geliyordu bana. Habire okuyor, yiyiyor içiyor, Gare du Nord kalabalığına karışıyor, dönüşte Victoria Station'da inip ver elini Covent Garden yapıyordum...
Hayat böyle geçecek sanrısı beni zevkten dört köşe yapıyordu...o yollarda kendime ait bir çok şey buldum, keşfettim. Ama bana son durak hep aynıydı...Nihayet gavuristan seferi sona erdiğinde, memleket için bir şeyler yapalım heyecanıyla döndüm:)) diyorum ya...gençtim...


"Boulevard Of Broken Dreams"

I walk a lonely road
The only one that I have ever known
Don't know where it goes
But it's home to me and I walk alone

I walk this empty street
On the Boulevard of Broken Dreams
Where the city sleeps
And I'm the only one and I walk alone

I walk alone
I walk alone
I walk alone
I walk a...

My shadow's the only one that walks beside me
My shallow heart's the only thing that's beating
Sometimes I wish someone out there will find me
'Til then I walk alone

I'm walking down the line
That divides me somewhere in my mind
On the border line
Of the edge and where I walk alone

Read between the lines
What's fucked up and everything's alright
Check my vital signs
To know I'm still alive and I walk alone

I walk alone
I walk alone
I walk alone
I walk a...

My shadow's the only one that walks beside me
My shallow heart's the only thing that's beating
Sometimes I wish someone out there will find me
'Til then I walk alone

I walk alone
I walk a...

I walk this empty street
On the Boulevard of Broken Dreams
Where the city sleeps
And I'm the only one and I walk a...

My shadow's the only one that walks beside me
My shallow heart's the only thing that's beating
Sometimes I wish someone out there will find me
'Til then I walk alone...
 

10 Mart 2014 Pazartesi

VEHBİ'NİN KERRAKESİ...

Yahu acaip bir duruma düştüm. 
Bir grup insan, birbirlerinin gözünün içine baka baka birbirini kandırır mı? Tabii ki kandırır yahu :))
Arkadaş 1994'den bugüne sosyal psikolojide en çok anlattığım konu olan 'grupta uyma davranışının gelişimi' konusuna kendi dahil olduğum bir grupta denk gelince hafiften dumura uğradım...
Herkes ne olup bittiğini apaçık bildiği halde, öyle bir grup normuna girdi ki, sonuçta ben dımdızlak ortada kaldım:)))
Amma; ortaya çıktı mı Vehbi'nin Kerrakesi daha da kaçış olmaz...
İnsan gruba uyma davranışına girse de -Jung sağolsun- bilinçaltında herşey ayık kalır...
Bu yazıyı tamamlamak için Black Crowes seçtim vallahi...
uysa da oldu uymasa da...


 "Remedy"

Baby, baby why can't you sit still?
Who killed that bird out on you window sill?
Are you the reason that he broke his back?
Did I see you laugh about that?
If I come on like a dream?
Would you let me show you what I mean?
If you let me come on inside?
Will you let it glide?

Can I have some remedy?
Remedy for me please.
Cause if I had some remedy
I'd take enough to please me.

Baby, baby why did you dye your hair?
Why you always keeping with your mother's dare?
Baby why's who's who, who know you too?
Did the other children scold on you?
If I come on like a dream?
Would you let me show you what I mean?
If you let me come on inside?
Will you let it slide?


8 Mart 2014 Cumartesi

DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ: EPISODE-4

Hikaye uzun demiştim ama meraklısına ( bu arada kimse o) özetleyerek gitmeye çalışıyorum :)) Bana zor iş :))
Efendim İzmir'de kalmıştık ama ben 94'de Londra'ya uçtum tohturaya...
Bu kez  biraz daha büyüyerek gittim, akıl yaşımı doğrulttum doğrultmacıda...
Günler, aylar, yıl geçti...gezdim, gördüm, yaşadım filan.. İrlanda, İskoçya ve özellikle Aberdeen'de kuzey denizine yürüdüm sert rüzgarda, denize kılıç gibi inen onlarca metre kayalıklarda çiçek topladım...çok soğuktu kalbimi ısıttı İskoçya...o aralar viskiyle cebelleştim hallice...
Bu arada Paris tekrar keşfedildi, Marais oldu, Bercy çok oldu...
Brugge, Louvain, İskandinavya derken gezindim tozundum...
Klasik, 'gitmişken şurayı da burayı da...'
Neye yaradı? Yalnızlığıma hizmet etti; çok kaliteli yalnız kaldım, yalnızken güçlü olduğumu anladım eyice...
Çok okudum yine o ara.
National Museum'da kaçak bir sürü tura katıldım...
Nereden bilirdim Renoir'ın endüstriyelleşmeye küfür ettiğini tablolarında, Monnet'den uzaklaştıkça nilüferlerin oynaştığını görürken...
Bi gece Arsenal'da metroda yattım, çok gözlüklüydüm fena dayak yedim...Atilla İlhan'a rahmet...
Bi pazar param bitti, trafalgarda dilendim, iyi para yaptım ama punkların yerine tükkan açmışım, charing cross station'a kadar kovaladılar pıçakla...zor kaçtım.
Akademik çalışma nedir, nasıl araştırma yapılır, nasıl önermede bulunulur gibi 'şeyler' öğrendim, Dave Edye'den, Mike Newman'dan...çok sertti:))
Sosyal Psikoloji çalışırken geçirgenliğin pedagojisini falan öğrettiler...zevkten ayyaşlığa verdim kendimi bi kaç ay...
Dönercide tuvalet temizledim, ön serviste burger çıkardım, döner kesmeyi öğrendim...
Tır şöförleri saat 02.00'de geliyordu Manor House'da dükkana ve pidenin içine 75 pennylik patates doldurup veriyordum...açlık heryerde aynı...
Bi gün West End'de barda Ringo Starr oturdu berime...Rodin'in düşünen adamına evrildim...Bi çok selebriti gördüydüm zaten de Londra'da, Ringo be kardeş...bidıls be...ağır oldu...olay mahalini terk edemedim...o derece...
Ve bir dönem Paris başladı...

Je l'aime a mourir (Francis Cabrel)

Moi je n´étais rien
Et voilà qu´aujourd´hui
Je suis le gardien
Du sommeil de ses nuits
Je l´aime à mourir

Vous pouvez détruire
Tout ce qu´il vous plaira
Elle n´a qu´à ouvrir
L´espace de ses bras
Pour tout reconstruire
Pour tout reconstruire
Je l´aime à mourir

Elle a gommé les chiffres
Des horloges du quartier
Elle a fait de ma vie
Des cocottes en papier
Des éclats de rire

Elle a bâti des ponts
Entre nous et le ciel
Et nous les traversons
À chaque fois qu´elle
Ne veut pas dormir
Ne veut pas dormir
Je l´aime à mourir

Elle a dû faire toutes les guerres
Pour être si forte aujourd´hui
Elle a dû faire toutes les guerres
De la vie, et l´amour aussi

Elle vit de son mieux
Son rêve d´opaline
Elle danse au milieu
Des forêts qu´elle dessine
Je l´aime à mourir

Elle porte des rubans
Qu´elle laisse s´envoler
Elle me chante souvent
Que j´ai tort d´essayer
De les retenir
De les retenir
Je l´aime à mourir

Pour monter dans sa grotte
Cachée sous les toits
Je dois clouer des notes
À mes sabots de bois
Je l´aime à mourir

Je dois juste m´asseoir
Je ne dois pas parler
Je ne dois rien vouloir
Je dois juste essayer
De lui appartenir
De lui appartenir
Je l´aime à mourir

Elle a dû faire toutes les guerres
Pour être si forte aujourd´hui
Elle a dû faire toutes les guerres
De la vie, et l´amour aussi

Moi je n´étais rien
Et voilà qu´aujourd´hui
Je suis le gardien
Du sommeil de ses nuits
Je l´aime à mourir

Vous pouvez détruire
Tout ce qu´il vous plaira
Elle n´aura qu´à ouvrir
L´espace de ses bras
Pour tout reconstruire
Pour tout reconstruire
Je l´aime à mourir





6 Mart 2014 Perşembe

DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ: EPISODE-3

İzmir...
İzmir enteresan bir yer,
Mart sonbaharımsı, 
Nisan yaz, 
Mayıs yaz, 
Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül cehennem...
Ekim yaz, 
Kasım bahar, 
Aralık, sonbaharımsı, 
Ocak-Şubat sonbaharımsı...
Ben Ankara'dan elimde bir tutam kar ve kışı katık yapıp gelmişim, sorgusuz cehenneme bedava girdim sandım...
Zaman geçmezken, neyle dolduracağını bilemediğin anların şehri...
Hem seviniyorsun, hem kendinle başbaşa kalmanın, kendinle dostluğunu sıkıfıkı etmenin, dolayısıyla kendini çokca dövmenin, sevmenin, hırpalamanın, takdir etmenin doktorasını yapıyorsun İzmirde...
Boğazda su akarken körfezde duruyor...sen onu harekete geçirmezsen zihnin de duruyor, duruyor...'ben açık maviyim böyle kabut et diyor'...
Ama gözün açık maviye alışınca, soldan imbat esmeye başlıyor ve devamında Güzelbahçe-Narlıdere-Urla-Zeytinalan ve Çeşmeyi getiriyor ve Seferihisarı...
Oralar benim soluma denk geliyordu hep Konakpierden seyre daldığımda...yani sağ lobuma...
Sol lobum felçtir benim: Foçaya-Aliağaya-Dikiliye kör kaldım bu yüzden...
İzmir'de üniversitede çalışmaya başladığım sene, kanatlı hamamböceklerinin yarasa kadar olduğunu görünce sadece iklimi değil faunayı ve kültürü de değiştirdiğimi iyice anladım kendi coğrafyamda.
Ama Alsancak imdata yetişiyordu her sefer...Pasaporttan gevrek ve çay, Reyhan'dan portakallı derken üç metrekarede dönmenin tanıdık yabancılığına alıştım. 
En azından beynimi kazıdıkça karşıma deniz çıkıyordu...eh...
İnsanına alışmak da uzun sürdü...sıcak ama senin yabancı olmana hafif sarkastik, dalgacı ama tembel:))
Rahat ama çok rahat...
Levanten seçkinciliği, akdeniz rahatlığı, rakı-çıpra-şevketi bostan ve radikanın yüzyıllarca tarihinden alınan biraz gotik bir güven...
Giriti, Selaniği kendinden bilmenin özgüveni...
Kendine yetmecilik, kendinden olmayanı özendirmecilik ve mutlaka günün sonunda İstanbul'a taş...
Derken,
İzmir'in seni sarıp sarmalayan rahatının tenine nüfuzu ve bağımlılık...
O sıra doktora için ve biraz da İzmir'den kaçış için debelenirken karşıma yıllar alacak bir Londra daha çıkmaz mı ?
Londra'ya yürürken ikinci şarkıya da yürüdüm...
Beni bugüne taşıyan, artık motto mu dersin, zotto mu dersin, slogan mı dersin işte o şarkıdan çıktı: Herşey geçer hayat kalır...
Sonra bir yerde o şarkıyla iki kere dans ettim...birinde üzerimde smokin, öbüründe şort vardı...ama iki dansta da hayatım değişti...üçüncüye doğru...
Bugün o şarkıyla devam...


5 Mart 2014 Çarşamba

DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ: EPISODE-2

O yıllar soğuk çok soğuk olur, sıcak da kendi hakkını verirdi Ankarada. 
Üç-beş kişiydik arka-taş olarak...taş gibi yaslanıp birbirimize eğilip bükülmezdik. 
Dost olduk; bir daha çok zor görüşmek de işte tam o an başladı. 
O zaman öğrendim çok sevdiklerini, senden daha çok sevenlerin yanına alabileceğini...
Yalnızlığı çok severdim oldum olası, hayat arkadaşım yaptım...
Spora ve müziğe verdim kendimi, başarı açlığı okulda ortaya çok çıkamayınca...
İyi spor yaptım, iyi müzik dinledim, iyi enstrüman çaldım, iyi okudum...
Bak dedim; etten kemikten değil ama ete kemiğe büründürüp yanına sokulacağın şeyler var bu hayatta.
Airbus A-300 idi, ilk defa tek başıma Londra'ya dil kursuna ve hayata bakışımı sert değiştirecek yolculuğa başladığında uçağım...
Uçak havalandığında geride bıraktığım şehir 'Allahım inanamıyorum' şehriydi...
Para yoktu çok; ama network vardı...parasızın, networksüz bir şey yapamayacağını ilk idrak anlarım oldu o anlar memlekette...
Londra; çok değiştirdi içimi-dışımı...
Yurtdışına çıkamıyacağım engelini zihnen ve bedenen aşmak, derin izler bıraktı bende. 
Neremde hissettim? :)) onu bilemem ama iç seslerin bir bölümünü kan ter içinde yendiğimi hatırlıyorum..
Nerden bilebilirdim 'hak etmiyorsun ve yetersizsin'in kan-ter ve rüyalarla aşılamayacağını...gençtim, çok genç.
Trafalgarda ayyaşlık yaparken, St.Paul'ün oradaki jetonlu telefondan memleketi aramak çok doyuruyordu beni...
Haftalarca sadece caddeleri arşınladım, içime çektim, kırmızı tuğlalı bina aşkım o dönemden kalma mesela...
Covent Garden'da yattığım geceler oldu taşların üzerinde...
Neyi doldurdu Londra bende, düşün artık...
Sonra Ankara'ya döndüm, bir daha hiç dönemeyeceğim yılları başlatmak için...
İzmir'in cehennem sıcağı hayatıma sokulmadan önceki gece Esenboğa'da gerçek ayrılığın acısını tattım...
Boğazıma tıkılan yumruyu tarif etmem gerekirse, büyüklüğü; kalbime erişti, sızısı; ikinci bir beni dolduracak kadardı...
İlk defa hayatın başarılması değil, yaşamak için kendi kendine sahip çıkmam gereken bir şey olduğunu da Esenboğa da fark ettim...biraz geç oldu galiba...hem saat hem mekan olarak...
Üç şarkının ikincisine yürüdüğümü nereden bilecektim...
Ama bugün o ikinci şarkıyı değil geride bıraktığım Ankara'yı çalacağım...
Nitekim onun hikayesi daha yeni başlıyor.




4 Mart 2014 Salı

DEMİR ALMA ZAMANI VE ONUN HİKAYESİ

Demir almadan önce,
Onun hikayesi uzun...çooooooook uzun...
Hazırsan... başlayayım;
Üç şarkıyla başlar hikaye...
Biri; olduğunu varsaydığım, 
Diğeri olduğum...
Üçüncüsü...bilmediğim...
Uzak diyarlara öykünmenin hikayesidir özü,
Botanikten çıkmaya çalışan bir çocukluk-gençlik hikayesi,
Ahşap pencereye soğuk girmesin diye konulan bezlerin arasından Atakuleye demlenen çaylarla 
Tahir'in gördüğü ışığı arama hikayesi...
Çok uzun...ne yapacaksın? 
Okuyacak mısın? 
Yorum yapmadan...katacak mısın, katılacak mısın?
Bana zor, dilime kolay bu hikaye...bekleyecek misin?
Burası ne, orasında ne anlam var demeden...
Görmenin; insana ait değil, insanın görmeye ait olduğunu bilerek,
Ve; görmenin asıl, insanın tali olduğunu sorgulamadan,
dinleyecek misin?
Eh...
O zaman üç şarkının ilkiyle başlayalım

She's got a smile it seems to me
Reminds me of childhood memories
Where everything
Was as fresh as the bright blue sky
Now and then when I see her face
She takes me away to that special place
And if I'd stare too long
I'd probably break down and cry

Oh, oh, oh
Sweet child o' mine
Oh, oh, oh, oh
Sweet love of mine

She's got eyes of the bluest skies
As if they thought of rain
I hate to look into those eyes
And see an ounce of pain
Her hair reminds me of a warm safe place
Where as a child I'd hide
And pray for the thunder
And the rain
To quietly pass me by

Oh, oh, oh
Sweet child o' mine
Oh, oh, oh, oh
Sweet love of mine

Oh, oh, oh, oh
Sweet child o' mine
Oh, oh, oh, oh
Sweet love of mine

Oh, oh, oh, oh
Sweet child o' mine
Oh,
Sweet love of mine

Where do we go?
Where do we go now?
Where do we go?
Oh, oh
Where do we go?
Oh,
Where do we go now?
Where do we go?
Oh, (sweet child)
Where do we go now?
Oh,
Where do we go now?
Oh,
Where do we go?
Oh,
Where do we go now?
Oh,
Where do we go?
Where do we go now?
Where do we go?
Oh,
Where do we go now?
No, no, no, no, no, no
Sweet child,
Sweet child of mine.