25 Şubat 2018 Pazar

AMSTEL

Hollandaya taşındık, 2 hafta kadar oluyor.  
Amstel nehri akarken, kenarına küçük evler yapmışlar biblo gibi. Zaten bir boy küçüklerini biblo diye satıyorlar hediyelik eşya dükkanlarında.

Evleri mahsus küçük yapmışlar sanıyorum.
Dışadönük tarafları çok güzel olan içedönük evler aslında.
Dışadönük görünümlü içedönük insanlar için birebir...

"2050'lerde, 2100'lerde kalabalık etmeyin, daha da büyümeyin, tüketmeyin...bitişik nizamda birbirinize maruz kalın ! Kapıdan çıkınca o daracık koridor ve merdivenlerde yüzyüze gözgöze gelin, insanlığı kaybetmeyin" demişler sanki... 

Birbirlerine bu kadar dipdibe maruz kalınca, Rembrandt'ın portrelerdeki yüz ayrıntıları dehası ve Van Gogh'un doğaya doğru kaçar adım üşütmesi ortaya çıkmış olabilir mi?

Nehrin kanallarına gemiden evler bağlıyorlar. Akan suya kapılmayan ama her an kementinden boşalacak gibi duran evler...İçlerine mebzul miktarda insan koymuşlar. Buzz gibi sıcak bir Amsterdam gününde (şöyle oluyor: güneş fışkırıyor ama kuzey rüzgarı iliğine işliyor ve hava -5 derece) nehirüstü küçük köprülerden geçerken, yünlü ve kalın lastik bileklikli çoraplar giymiş gemi insanları dışarıda atletle gemievleri temizliyorlar. Kahve yapıyorlar, bira içiyorlar mütemadiyen öpüşüyorlar...Herşey açık, ruhlar azade...

Misafirlik kurumu yok ama gerek kalmamış gibi...herkes herkese misafir...

Sohbetleri şaşırtıcı bir biçimde sırayla. Yani biri konuşurken diğeri büsbütün onu dinliyor. Genellikle gülerek konuşuyorlar. Günlük lisanlarında benim en çok duyduğum kelime "nee" (ney diye söylüyorlar yanlış duymuyorsam)...yani "hayır". Birbirlerine güzelce ve pek sık "hayır" diyorlar ama alınanı kırılanı da pek görmedim. "Hayır" diyebilme özgürlüğü gayet geniş diye anlıyorum.

Dur bakalım...

 

23 Eylül 2017 Cumartesi

NASIL DA DEĞİŞİYOR ZAMAN VE SANAL...

  • ....ama birisinin yapması lazım gelen işler var mesela:
  • Yemek yendikten sonra tabakların sıyrılması, bilhassa balık bulaşığının bir an evvel...(Hayır gereğini anlayamadım, kokarsa oda spreyi diye birşey var yani)
  • Sabah kalkınca odanın havalandırılması, (Biri açar...)
  • Film bitince mısır kabının kaldırılması, (Biri kaldırır...)
  • Ciddi bir değer biçilerek alınmış ve çok sevilmiş kazağın 2. giyilişte eskimediğinin bilinip ona göre bir muamele görmesi, (Hayır o kadar çok, değişik ve sürekli yenilenen kazak var ki, bu bağlanma olayı nedir anlamıyorum...ortaya atılıyorsa kazak buruşmazzz, likra diye bir şey icat edildi...merak etme çamaşır makinaları AAAAAA plus ve 5 dk'lık yıkama programı var??? tamam sıkmasın ben kuruturum...sonra tüketerek büyümüyor mu ekonomi?  )
  • Derste daha iyi anlamak için dinlerken not tutulması; (Ohooo tutan var, fotokopiciye satan var, hatta Aslı'nın tuttuğu notların reytingi var ve bu aralar Burak çok daha iyi yani...Aslııı duydun muu? ve hatta derslerin video ve ses kaydını alıp webinar yapıyoruz...başka? )   
  •  
  • Matematiğin mutlak el işi göz nuru bizatihi yazılarak, çözmeye çalışırken yanlışların kağıt üstünde bırakılarak, "sonuca gidiş yolunun gösterilerek" içselleştirilmesi, (Sebep? akıllı tahta var ve print-out var ve hatta ipadden akıllı tahtadaki soruya cevap "tıklamak" var, olmazsa özel ders var...var yani takılma...)
  •  
  • Kitabı okurken "onunla bir olmak" için hafif klasik müzikle (tercihen Chopin nocturnelerle...basit ama dahice) satırların altının çizilmesi ve gerekiyorsa sende kalan tortunun not alınması, (Kindle duydun mu? Okurken Chopin'i dinlemek bir yana avatarının videosunu yapıp sağ veya sol üst köşeye küçültiyim...ister misin? )

  • Domatesin, biberin, barbunyanın elle seçilip alınması, (O kadar "insana güven" ahkamından sonra yorulduysan ve gidesin yoksa... getirin var...)
  •  
  • Barbunun, palamutun, lüferin "önce göze sinmesi sonra solungaç arkasına bakılması", (Hayır yazının en başında söyliyecektim alınırsın diye söylemedim ama bu kadarı fazla ! hangi devirdeyiz yaa ? Evde balık pişer mi? Sonra koku diyorsun...Alasını yersin kilosu 300-500'den ve ne koku ne bulaşık yani...ölü lüferin de gözüne bakamıycam artık yuh...)
  •  
  • Kaliteli beste yapılırken gitara, yaratıcılığa, rifflerin özenle seçilip yerleştirilmesine, basa, kornoya, vurmalılara, güfteye vs emek harcanılması, (Ahahaha yok artık istersen Simon Rattle'ın yanında bulundurulması filan:))) Allahaşkına sen "ne" istiyorsun söyle Toto'nın hayalinde göremeyeceği beste yaptıracağım sana...kim yapıcak biliyor musun? Adı: Mac Soyadı: Air...hahahahah)
  •  
  • Depresyon, ümitsizlik, karamsarlık, atalet, karar alamama vb durumların yaşanılmasında konusunda bilgili, bu konularda eğitim almış, yıllarca klinik tecrübesinden kendi sistemini damıtmış, hayatta önce "kendisiyle çalışma gücü ve kararlılığından geçmiş" insanlarla çalışılması, (Haa bak ilk defa anlaşıyoruz: Koç di mi ??? aa o da mı değil? e nee??)
  •  
  • Metroda-otobüste elde kitap yoksa çevreye, insana, mekana odaklanılması, neler değişiyor etrafta, insanda, davranışlarda gözlemlenmesi (Cep telefonu niye icat edildi o zaman? Lütfen "konuşmak için" klişesine girme... Sanaldan bu kadar korkma..SANALIM ki cep telefonu hiiiç icat edilmedi...SANALIM ki hayatta hiiç zorluk yok...ve gerçekten de yok: çekirdeksiz üzüm, çemensiz pastırma, çekirdeksiz karpuz, kabuksuz kabak çekirdeği, pulsuz çıpura-hamsi, emeksiz-aşksız-acısız-duygusuz beste, çarkıfelek gibi döndürdükçe değişen ve hala bir anlam taşımayan güfte, "yeni" alındıktan sonra faturası kesilince "eskiyen" kazak, 6 ay kursla teşhis koyan-yol gösteren-"ben senin herşeyinim" koçları, mentorları ve bu kadar insan nereden ekmek yiyecek? 
  •  
  • Senin problemin ne biliyor musun? Sen zamanın ağır geçmesine "tahammülü kalan", oturduğun banktan boğazı, bulutu ne biliym garip garip insanları seyreden, bunlara "vakit harcayan", yani söylemiyim diyorum; ben artık aşağı-yukarı kitapların içinde ne var tahmin edebiliyorum biliyor musun? hızlı okuma aldım, nlp'im var, egzekütif samıri diye bişi var...klasikler bile manasız uzun ve 40-50 sayfalık çizgi karakterlileri çıktı...Tolstoy görse "oha olur yani"...Ve hayat artık insanlara "vaktiniz yoook hızlı hızlı herşeyi-hepsini yaşa, aynı anda yap, maltipıl sıkiil diye bangır bangır bağırıyo..bunun neresi kötü?
  •  
  • Söz gümüşse sükut altındır mesela biliyorsundur sen:)) Ben napıyorum biliyor musun mesela? Naapçam suscam mı sürekli...sessizlik yogası yapıyorum her yıl düzenli orada susuyorum yani yeterince...bazen afaganlar basıyo ama..., aldığım koçluk eğitimlerine hiç girmiyeyim diyorum seni rencide etmemek için...ama şunu bil: insan öyle zor bişi değil yani...doğru soruyla getittiriyosun gerçeğine filan...
  •  
  • Peki bunları "tüketince" ne buluyorsun?
  •  
  • İşte anlamadığın bu: SİSTEM TÜKETMENİN SONSUZLUĞU VE HAZZI ÜZERİNE ARTIK...BİZE BUNU YAPMAZ YANİ...SANALIM ki...herşey tükendi...e beklerken cep telefonumda mı tükendi???  

21 Eylül 2017 Perşembe

TÜRKİYE’DE EĞİTİM OLARAK: GÜLMEK (TEOG)

Konu eğitim olunca ağlamak daha uygunken, hele evlat olunca can çok yanarken, akdeniz ülke kültürü işte; gülüyoruz halimize..
Bir yandan da konuyu zülfü yare dokunmadan yorumlama derdi...
Nitekim yar;  çok hassas, kırılgan ve suçlayıcı olabiliyor bu aralar...
Ama asıl soru; yarin "değerlerine" ne oluyor acaba? 
Değer yaratamama kadar az-buçuk kalanları da kaybetmek hepimizin endişesi... 
Halbuki eğitim de tam tersi; değer yaratma ve koruma işi değil mi?

Birey değerlerini ne zaman ediniyor? Bir kısmını doğuştan diye kabul edersek asıl önemli kısımda;
Çevreyi gözlemliyor; merak; yeniyi deneme dürtüsünü destekliyor, başarıyı, başarısızlığı, sevgiyi, aşkı, cinselliği, erdemi, ahlakı, parayla olan bireysel ve ailesel ilişkisini, para varken ki halini, yokken ki halini, bohemliği, karşı çıkmayı, "deli"kanı, sebat etmeyi, başkaldırmayı, okumayı, susmayı ve zamanlı-mekanlı konuşmayı başkasının benliğinde gözlemliyor yani...

Kendini gözlemliyor; ne kadar taklit becerisi olduğunu, acıyı-yoksunluğu-yoksulluğu görüp bilirken sorumlu hissetmeyi, karşısındakinin ruh halini görürken yüzüyle aynı mimik ve jesti yapmayı, "o" olmayı, kıymet bilmeyi, 20'lerindeyken "kaç yılı geride bıraktım? tecrübesini orta yaşlardan sonra "kaç yılım kaldı?" birikimine evirmeyi, her yaşı yaşarken onun hakkını vermeyi, yaş yaş kendine hayat mentoru seçmeyi, özdeşleşmeyi, belirsizlik-rutin-stres-baskı altında birey olarak kalabilmeyi, böyle ortamlarda ailesini güçlü kılabilmeyi, onları da kendilerini güçlü kılacak bireyler olarak yetiştirebilmeyi, hata yapmayı, çirkin ve korkunç yanlarını ve bedeli kendini tüketmeden ödemeyi, bedel ödemekle mutlu olamasa da barışık olmayı tecrübe ediyor yani...

Keşke birey tüm bunları zamandan-mekandan-yaşadığı yerden bağımsız tecrübe edebilse...yapan var mıdır? Serde sosyal bilimcilik olunca bazen cevap çok açık bile olsa "şudur" diyememenin keyfi oluyor...

Okumalarımdan ve akademik hayat birikimimden bende kalanlara göre; birey neandertalden sapiense kadar hayat değişkenlerini (beynin evriminde) tehdit veya ödül olarak görme mekanizmasını kurarken, "diğerini merak, diğerine bilinçli bir sosyal ortamda maruz kalmak, diğerine açık olmak ve dinlemek" enstrümanlarını hakkınca kullanamamış gibi görünüyor:)

Ne zaman ki göz akı-göz bebeği oranı yaşayan canlılar arasında en büyük hale gelip, gözbebeğine de diğerini ve bilinmeyeni anlamak ve manipüle etmeyi alıyor, o vakit Descartes "düşünüyorum, öyleyse varım !" buyuruyor :) Tabii ben bir-kaç yüzbinyılı eleyerek anlattım:)

Nihayetinde TEOG kalkar, mahalledeki en yakın okul sistemi! gelir, her okulun kendi sınavını yapması gelir, o gelir bu gelir ve muhtemelen 2 seneye bunlar da değişir...

Sistem yoksunluğu değil ki mesele. O bilip tecrübe ettiğimiz bir yoksunluk zaten uzuuun süredir. 

Fikrimce mesele; "insana dair" olanı tehdit olarak alıp "insana dair olmayanı"da korku olarak görmede...İnsana dair olmayandan korkulabilir gayet tabii de bizatihi onu merak edip anlamak yolunda korkuya rağmen yelkenlerini merakla doldurup bilinmeze açılan beyinden de korkulur mu?

Çünkü o vakit insana dair olan beynin en temel varlığı olan öğrenme-merak-araştırma-yanlışlama-yaratıcılık-yanlış yaparak ilerleme fonksiyonlarından türeyen değerlerden korkmaya başlıyoruz...

Tabii ki içinde manipülasyon da olan bir içerikle  sosyalleşiyoruz, bu sosyalleşmenin evriminin mayasında var ve tabii ki bir çok "insana dair" ihtiyaca binaen...Herkesin içinde kaç bozkırkurdu var kimbilir? (Hesse'in kulaklarını çınlatalım). Yüzleşememek değil mi asıl korku?

"İnsana dair zevk, haz, acı, hayalkırıklığı, korku, endişe, paylaşma, sorgulama, karşı çıkma, yanlışlama, onaylanma-dışlanma ve nihayet özbenliğe kavuşma" yaş dönemleri itibariyle bizatihi tecrübe edilmediğinde, yetişkinlikte bunların beyindeki kurgusu ağırlıkla "çevrenin insafına ve değer sistemine" kalıyor. Ve inşallah o çevre beyinle, bilimle, vicdanla, inançla el ele ilerleyen bir çevredir diyebiliyor insan...

Etraf buram buram, korku-yılgınlık-bezginlik ve beraberinde gelen ataletten dolayı karar almayıp/alamayıp harekete geçmeme/geçememe kokuyor...
Ben buna "manasızlığa mıhlanma" diyorum. Bu benim son dönemlerde eğitimlerimde ve çevremde hissedip gözlemlediğim bir saptama. Yani örneklem benim küçük periferim...

Sanıyorum yaşayan en önemli Nörobilimcilerden Prof. Vilayanur Ramachandran şöyle der:
“ Beyin; biz günlük hayatımızda karar veririken şöyle bir prensip içinde çalışır:
Andan ana değişen aktivitelerde ‘kazanan hepsini alır’ geçerlidir. Bir görevin yerine getirilmesinde bir lob diğerine oranla %85 daha etkiliyse, beyin işi %85-%15 diye bölmez. Etkin ve baskın olanı kullanır.
Çok talepkar olmayan iş ve alışkanlıklarda (küçük işler-alışkanlıklar) tekrar tekrar öncelik alan lob, zamanla hayata olan genel bakışımızı da ele geçirebilir. Böylece bilgiyi işleme süreci, bilgiyi sürekli aynı loba göndermeye başlar. Buna lobların kartopu etkisi deniyor…”

Tam da hep beraber sağ lobun “sevgiyle ama cesaretle” duygusunu hakim kılıp, sol lobun "harekete geçip verimli çalışma" rutiniyle pekiştirme zamanı...önce kendimiz sonra evlatlar için…






30 Ağustos 2017 Çarşamba

RÜZGAR DEDİĞİN...

Rüzgar dediğin, poyraz olacak
Ayak parmağına vuran güneşin
Kızgınlığını alacak
Aklını, baştan alacak
Başında ne vardı herşeyin
Sana soracak...
Cevabın sessizlikse; senle kalacak
Kaldığı her an sonbaharı estirecek
Yaza özlemi silip
Eylülü getirecek
"Sana kuzeyli eylüllerden bulut taşırım,
Hala buralardaysan" diyecek...
Sen hesabı ödeyip kalkarken
Yanan meşe odunu kokusunu
Hayata serpmeye devam edecek...
Rüzgar dediğin hayat olacak
Hatıratını alıp gökyüzüne koyacak...

21 Ağustos 2017 Pazartesi

AKIŞA BIRAK...MA !

Gel gelelim akış an'a, huzurlu yaşam zamana ait...
Müftüoğlu hoca aklıma getirdi bunu...
Karmaşa günün özeti. İnsan egemen olamayacağı karmaşayı görünce despotizm günü ve karmaşayı kurtarmaya çalışıyor. 

Modern despotizm: kurumsalın, grupların, takımların, ekmek yediğimiz yığınların, ağların, çıkar birlikteliklerinin mutlak hükümranlığı ve haklılığı yani.
Yoksa bu döngünün içindeki "akışa bırakmak", bizi sonunda şelalenin olduğu akışa giderken keyif almamızı mı öğütlüyor? Bilmem...

An'a karış...ma sakın ama An'a karış, hayata müdahil ol. 
Bilinçaltının zaten bildiğini prefrontal kortekse gönderip sürekli anlamlı bir neden-sonuç ilişkisi kurdurma...
Duyguyla-hafıza, amigdalayla hippokampüs birbirine bu kadar yakınsa vardır bir bildikleri:)
Çünkü bugünün dünyası için "anlamlı nedensellik" eninde sonunda kurumsal dünyaya hizmet edecek bir çıkarımla son buluyor...

Anlam yaratmaya aşırı efor sarfetmek, deneyimleyen belleğimize aşırı yüklenmeyle son buluyor. 
Sosyal Psikolog Kahneman demiyor mu: "Deneyimleyen bellek süreklidir ve sonsuza kadar sürer ve biz bunların hepsini hatırlamak isteriz ama mümkün değildir. Çünkü o anlar yaşadığımız anların hayatıdır. Asıl kararları alan "hatırlayan bellektir". Deneyimlerin arasında değil, deneyimlerin hatıraları arasında tercih yaparız..."
"Kendini akışa bırak", deneyimleyen bellek,
"Son günlerde nasılsın dostum?" hatırlayan bellektir... 

Günün içindeki anlamlı rutin için  Prof.Mihaly Csikszentmihalyi'nin (Çizikzentmihali diyelim) akış teorisi uygun olabilir...zamanı durduran bir konsantrasyonla an'a adanma. Ya da kendi anlatımıyla:



Şimdi, bu çalışmayı yaptığımızda, tüm dünyadaki diğer iş arkadaşlarımızla birlikte 8 binden fazla insanla görüşme yaptık - Dominikli keşişlerden, kör rahibelere, Himalaya'ya tırmananlardan, Navajo çobanlarına - hepsi işini seviyordu. Ve kültürden bağımsız olarak, eğitimden bağımsız olarak ya da neyse, bir insan akıştaysa bu koşulun var olduğu anlaşılıyor. Var olan odak bir kez yoğunlaştıktan sonra, bir esriklik, bir berraklık haline ulaşıyor, bir andan diğerine tam olarak ne yapmak istediğinizi biliyorsunuz, hemen geri dönüş alıyorsunuz. Yapmaya ihtiyacınız olan şeyi yapmanızın mümkün olduğunu biliyorsunuz, zor da olsa, ve zaman duygusu yok oluyor, kendinizi unutuyorsunuz, daha büyük bir şeyin parçası gibi hissediyorsunuz. Ve bir kez bu koşullar sağlandığında, yaptığınız her ne ise sadece onun hatırı için yapmak yetiyor"...

Nasıl?
Sonucunda keyif var, zaman hızla akıyor ama KİMİN İÇİN? 
Bireysel olarak, "kendi yaşamımdaki akışa kapılıp keyifle gitmek zaten önemli" diyorsak denemeye değer. Pozitif Psikoloji teorisyeni Seligman bile yakın arkadaşı Çizikzentmihali'nin akışının sonunda da "mutlu hayatı" vaat etmiyor mu?
Bununla beraber "o şeyi, o adını bilip telaffuz etmek için sol lobun bizi engellediği şeyi, o şeyy, o bişey...onu ne yapacağız? 
Yani çevreden, olan-bitenden, sosyal bilinçden kaynaklanan olan biten?
NLP çözer mi diyoruz:))
Akış...evet ama sosyal bilinçle akış...aman diyeyim: son zamanlarda sosyal bilinçle sosyal sorumluluk projeleri!!! çok karıştırılıyor:)
Çizikzentmihali, İsviçre'de savaş sonrasında çocukluk yıllarında  bir adamın uçan dairelerle ilgili bir konuşma yapacağını duyar ve cebinde filme gidecek bile parası olmadığından bedava olan bu ilgi çekici konuşmaya gitmeye karar verir. Hayatında hiç duymadığı bu adamdan yeşil adamlarla ilgili hikaye beklerken savaşın Avrupayı nasıl travmatize ettiğine dair Hindulara atıf yapılan bir içerikle karşılaşır. Daha sonra adamın kitaplarını bulup okumaya başlar. Adamın adı Carl Gustav Jung'dur:) 
Sanıyorum Prof.Çizikzentmihali belirli bir kavşakta kendi yoluna gitmiş...
 

11 Ocak 2017 Çarşamba

BAK

Bak şimdi şöyle olacak:
Kar taneleri,
Eriyecek...
Çünkü kuzgun yavruları büyüyecek
Uçmaları için,
Sırılsıklam kanatlarına güneş gerekecek
Ben hep endişeli kalacağım
Bu memlekette...
Ama bir kaç kış, bir kaç kuzgun yavrusu sonra
Öleceğim..
Arkası sıra kimbilir kaç güneşin...
Ölümde düşlemek ayrılmayacak katiyen,
Çocuklarımı düşlerken muhtemel bir yıldız denizinin sağrısından
Güleceğim...
Son kalan izleri takiple,
Bir yerlere düşeceğim, yeniden
Dedim ya; ölümle düş kolkola ve bedava olduğu müddetçe
Kar taneleri hep görünür ve eriyor olacak...


31 Aralık 2016 Cumartesi

GÖRÜYORUM Kİ...

Hazırlık yapılıyor...
Bizim camiada böyle bir ayrım yok biliyor musunuz? 
Biz kesintisiz devam ediyoruz...365 diye sayan sizsiniz...
Herşeyi böldünüz, bizi yekpare bırakın...
Duydum ki, katar dolusu ümit, beklenti taşıyıp bize kargoluyormuşsunuz. 
Bir saat önceme 'ne biçim geçtin ulann' diye galiz küfürler ederken, bir saat sonraki parçamın önünde diz çöküyorsunuz. 
Kendi pislediğinin içinde debelenirken özüme küfretmek de nedir?
Bir şey söyliyeyim mi? Ama darılmaca yok:
Bizim camiada 'hatırlanamama-unutulma-onaylanmama-ihtiyaç duyulmama-bişey olamama' diye korkular yok biliyor musun?
Onun için özümüzü yani zamanı bölmeyiz, yekpareyiz...
Yılı siz icat ettiniz...
Korkusuz yaşayınca saymaya değil, bırakmaya ihtiyacın oluyor...
Öperim...

7 Ekim 2016 Cuma

YARİN ZÜLFÜ VE AÇIK YARELER...

Öğrenci acımasızdır patlatıverir:)
Daha ilk hafta, birinci ders: 
- 'Hocam suya sabuna memlekete dokunmadan psikoloji, beyin filan yazıları çoğaldı? '
- 'Vallahi son 20 yıldır zaten hemen her vatandaş gibi memleketin hal-i pür melalini ve senin dediklerini yazıyorum ve evet belki de bu ara suya sabuna dokunmamaya başladım, başka?' diyemedim...
Neden acaba? 
Demek ki bu soru bende kapanmamış açık yaralara dokandı:))
Neyse, zülfü yare dokunmadan bir deneyelim...

Zaten yarin zülfüyle ilgili çok yazdım sanıyorum. Ama yaş itibariyle bloğu yeni okumaya başlayan genç okur var tabii. Gençlik başka biliyorsun...

Şimdi bu diyaloğun ardından 80'li yılların başından itibaren staj yaptığım gazeteler dahil yazdığım haberleri ve sonraları akademik kaygı taşımayan dergi yazılarını filan çıkardım arşivden. Aslında genç arkadışımın sözü beni motive etti, iyi de oldu. Ders aralarında son 30 yıldır kendimce yazdığım yazılara göz atma fırsatı buldum. Sanıyorum an itibariyle, 'ne' yazmışımdan ziyade 'neden yazmışım acaba?' sorusu beni daha çok cezbetti.

Erken-dönem yazılarında (80'ler) bir gençlik ateşidir, bir 'derdim var' kaygısıdır göze çarpıyor:)
Duyduğum, öğrendiğim, kısıtlı tecrübelerim yazılarda şöyle bir tat bırakmış: 'bu sorunları ve arkasındaki 'gerçek' nedenleri kavrarım, analizini yaparım ve bilginize sunarım...Nitekim çoğunuzun bunlardan pek haberi olduğunu sanmıyorum:)) ' 
Yazıların konusu: yarin zülfü...

90'lara gelince yazılar bolca; akademik dil kullanım kaygısı, çokça memleket işleri korkularından kaynaklanan kulağı topuktan yola çıkarak gösterme, akademik ilerleme isteği, ekmeği büyütme çabası, yaşam mentorlarının devreye girmiş olmasıyla biraz onun yönü, biraz bunun yolu vs. kokuyor...
Yurtdışı tecrübeleri de devreye girince daha fazla ahkam kesme hakkını da bulmuşum sanki:))
Yine çokça gırgır yaparak bir şeyleri ifade etmeyi sevmem de o dönemin eseri gibi...
Yani korkuyu barındırıp, kendimi koruma isteğinin mizaha  evrilmesi...
Sanıyorum bugüne sirayet eden; 'fazla şekerleyerek, pamuğa sararak, öteden-beriden getirerek betimleme' merakını keskinleştirdiğim dönem de yine o dönem olmuş...metaforla anlatmaya verdiğim büyük değer haricinde...
Peki yazıların konusu: bu konuda hiç ilerleme yok ne yazık ki: yarin zülfü...

Bugün yakın geçmişe bakınca (2000'ler) benim cesaret sınırlarıma göre oldukça, hatta baya nalına-mıhına yazılar yazmışım. Üstelik mağarada artık iki de kız çocuğu varken ava çıkmışım. Ya da bana öyle geliyor:) 
Neden acaba?
Sanki yaş aldıkça dinginleşeceğime hafiften bir dellenme olmuş. Diyorum ki;
- Unutulma korkusu,
- Cesur görünme ihtiyacı,
- Çocuklarımın geleceği,
- 'Sonunu düşünenin sonu ne oldu ki?' kamçısı,
- 'Yeter ulan sus sus nereye kadar ?' dürtüsü,
- 'Çevreye laf yetiştirme kaosuna mağlup olma' vs vs vs...
Yazıların konusu? :))

Peki bugün? 
Bugün başta kendimden olmak üzere çevremden ciddi anlamda korkuyorum. 
'80'leri yaşadık ulan biz' filan kurtaracak gibi değil bu korkumu. 
Nasıl anlatsam? 
Kalabalıklar: çok büyük...
İnternet: Fiber.
Ortam: Siber. 
Cehalete olan aşk, açlık ve yedikçe aklı-bilgiyi vandallıkla ezme isteğinin doyumsuzluğu: Sonsuzz...
Erişim: Sıfır

Benim dilim bu ara ancak bu kadar dönüyor ve vallahi tam böyle hissediyorum. 
Söz gençliğin diyor, çaktırmadan kırıyorum...




 


16 Eylül 2016 Cuma

TERRA INCOGNITA

Elli yılın ne kadarını hatırlayabilirsin ki? 
Üstelik beyin, hatıratının belki de çok önemli bazılarını yeniden kurgulayıp sana gerçekliği farklı farklı sunarken...
Bu konuyla ilgili ciddi ve somut beyin çalışmaları var. Bu aralar bu konuyu okuyup takip ediyorum.
Geçenlerde uçakta durmadan sudoku vb. çözen benim yaşlarda gözüken bir yolcuyla beraber seyahat ediyordum. Parmaklarının çözme isteği ve telaşını farkettim, gözlükleri ve kaşları beynini itip kakıyor gibiydi...
Nedense bu aralar bu yolcular sıkça dikkatimi çekiyor. Belki de çoğalıyorlardır...
Unutacağız, unutuyoruz zaten. 
Galiba önemli olan sonradan onları nasıl tekrar kurgulayacağımızı şu anda bilemememiz. 
Göle attığını sandığın taş, aslında denize attıklarının durgunluğa özlem duymuş yeniden kurgusuysa? Ne çıkar? 
O an o hatıratı bu şekilde yazma isteği hippokampüse nasıl hükmediyor acaba?
Özlemler ve beklenenler (ihtiyaç duyulanlar diyelim) gerçek yaşananları dizayn ediyorsa kaç EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing / Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) gerek bir faniye acaba?
Ya hatırlamaya çalıştıkça beynin çok özel bir bölümü - mesela ismi harlequin olsun, ne de olsa senin gerçeğini sana sadece soytarın söyler:) - 'nasıl isterseniz efendim' diyorsa?
Peki ya gerçekte yaşananlar?
Ben bundan çokça rahatsızlık duyulacağını zannetmiyorum.
Nasıl olsa olması gereken hatırlanacak, olan değil. 
Öyle olmuyor mu zaten?
Önümde sağlıklı olarak hatırlayacağım kaç yıl var bilmiyorum ve bugüne kadar hatırladıklarımın ne kadarı soytarımın kurgusu o da meçhul...
50. yaş itibariyle ileriye dönük düşüncem ise, kırıntısını hatırlayamayacağım kadar uzun bir süre ve milyonlarca metrekarelik bir terra incognita ziyareti...
Soytarımla birlikte...
Beklerim:)

 
 

31 Temmuz 2016 Pazar

ÜRYAN RÜYA...


Rüyada üryandım. Edward Elgar çalıyordu radyoda. Yanımdan sadece mor parkları ve sis farları açık  gayet parlak kırmızı bir şahin geçiyordu ki Köszen’in tokmağı indi beynime: Ceddin Deden Neslin Baban…
Çocukluğumun mehteranı mı diye perdeye uzanıp açtığımda Jung’u gördüm, pis pis sırıtıyordu: ‘arketip düşmanı bir tipsin’ diye bağırdı…‘Temel aritmetik, trigonemetri, felsefe, mantık müfredatlardan kaldırılıyor bu yıl. Bunun için dersler öğlen bitecek. Okullar liselileri erkenden salacaklar oraya buraya…senin kız liseli değil mi? Nhıahhahaahaha…..diye kahkalar atarken yüzü Herman Hesse’e dönüştü ve fısıldayarak: ‘yetmez ama evet’ dedi…
İzmir yanıyordu…
'Daha da sıcak olacak, hatta 2030 da konyadan sonra ilk çöl burası olacak' dedi Madmax… gördüm poşu takıyordu. Sepetinde yemiş vardı. Bunu yiyip üstüne su içmeyesin sakın dedim.
‘Halk nerede?’ diye sordum? 
'Otobüsleriyle avemelerde yaşıyorlar artık, sen niye dışarıdasın, salak mısın? dedi. ‘Sen hangi halkı sormuştun’ dedi sonra…
Kaç tane var? diye sordum…
'Yürü git kırarım ağzını burnunu dalga mı geçiyorsun lan’dedi. Arabasının sadece park ve sis farları açıktı. Mordu. ‘Hatasız Kul Olmaz’ çalıyordu.
‘Olimposta taş toplayacağım işim var denize gireceğim’ dedim. Döndüm gidiyordum ki, enseme demir gibi bir tokat yedim.
Baktım, Zeus’tu.
‘Gerizekalı bak bakalım deniz kaldı mı dedi’. ‘En son deniz Göcek’te kaldı. Oraya da disneylanddaki oyuncakları tek tek sayabilenleri alıyorlar‘ dedi. ‘Hem de hangi oyuncağa hangi boydaki çocuklar binebiliyor onu da bilecen’ dedi. Bir de…
‘Bir de kimleri alıyorlar oraya ulu Zeus? diye atıldım…ama o :
Şşşşş ses etme Robert Plant Türkan Şoray kipriği yapıyor, çok yaşlandı elleri titriyor şaşırtma’  dedi.
‘Bize ne oldu böyle, burası hala Türkiye değil mi? ben neredeyim yahu? Alt tarafı rüya değil mi bu? Uyanacağım nasıl olsa derken Donald Trump eliyle sandalyeyi gösterdi, ‘otur’! dedi. ‘İki çift laf edelim, birazdan gelirler lafı da ağzımıza tıkarlar’ dedi.
Kim ki onlar? Diye sordum.
‘Kim Khi Klan’ ve Victoria’nın  Sikrıtları’ dedi.
‘Ben başkan olmuştum ama tam mazbatayı alırken biri vıcık vıcık zeytinyağlı elleriyle kıspetimin taa içlerinden tutup ‘ben sana aşığım al beni dedi. Bu kadar kısmetsizlik olur mu derken gözgöze geldik, fena değildi, olur mu olur dedim kalktık geldik. Lakin ‘Hilary’nin iki koca almasından sonra işler değişti. Hilary Kalesi oldu. Kocaları ejderha çıktı. Ağzımıza sı…ı. Al götür bunları buradan, bunları bizim başımıza hep siz sardınız’ dedi.
Bu Türkler bu işi çözer mi sence? diye sordu.
Bu Türkler dediğin biz mi oluyoruz ya amca? dedim.
‘Bırak bu bilmez pozları. Sen de onlardansın değil mi? dedi.
‘Onlar kim ki’ diye sorarken ‘Kim Khi Klux Klannnnn hahahahahahahahah’ diye çığlık çığlığa martılara karıştı. İçimden bir ses ‘sakın simit atma atmaaa’ diye beni dürttü. Dürttükçe dürttü…kolum morarırken serin denizde dalgaların içinde 48 plaka bir şahin gördüm. Sadece parkları ve sis farları açıktı…Müslüm çalıyordu bangır bangır…Hangimiz Sevmedik ki?....çarptı…beraber batarken arka camında nakış gibi işlenmiş beyaz bir şekil gördüm.
‘Haroşa’ dedi…bir terslik oldu…düze çıkar mı bilemem....nasıl olsa batıyoruz, keyfini çıkar' dedi...