21 Eylül 2017 Perşembe

TÜRKİYE’DE EĞİTİM OLARAK: GÜLMEK (TEOG)

Konu eğitim olunca ağlamak daha uygunken, hele evlat olunca can çok yanarken, akdeniz ülke kültürü işte; gülüyoruz halimize..
Bir yandan da konuyu zülfü yare dokunmadan yorumlama derdi...
Nitekim yar;  çok hassas, kırılgan ve suçlayıcı olabiliyor bu aralar...
Ama asıl soru; yarin "değerlerine" ne oluyor acaba? 
Değer yaratamama kadar az-buçuk kalanları da kaybetmek hepimizin endişesi... 
Halbuki eğitim de tam tersi; değer yaratma ve koruma işi değil mi?

Birey değerlerini ne zaman ediniyor? Bir kısmını doğuştan diye kabul edersek asıl önemli kısımda;
Çevreyi gözlemliyor; merak; yeniyi deneme dürtüsünü destekliyor, başarıyı, başarısızlığı, sevgiyi, aşkı, cinselliği, erdemi, ahlakı, parayla olan bireysel ve ailesel ilişkisini, para varken ki halini, yokken ki halini, bohemliği, karşı çıkmayı, "deli"kanı, sebat etmeyi, başkaldırmayı, okumayı, susmayı ve zamanlı-mekanlı konuşmayı başkasının benliğinde gözlemliyor yani...

Kendini gözlemliyor; ne kadar taklit becerisi olduğunu, acıyı-yoksunluğu-yoksulluğu görüp bilirken sorumlu hissetmeyi, karşısındakinin ruh halini görürken yüzüyle aynı mimik ve jesti yapmayı, "o" olmayı, kıymet bilmeyi, 20'lerindeyken "kaç yılı geride bıraktım? tecrübesini orta yaşlardan sonra "kaç yılım kaldı?" birikimine evirmeyi, her yaşı yaşarken onun hakkını vermeyi, yaş yaş kendine hayat mentoru seçmeyi, özdeşleşmeyi, belirsizlik-rutin-stres-baskı altında birey olarak kalabilmeyi, böyle ortamlarda ailesini güçlü kılabilmeyi, onları da kendilerini güçlü kılacak bireyler olarak yetiştirebilmeyi, hata yapmayı, çirkin ve korkunç yanlarını ve bedeli kendini tüketmeden ödemeyi, bedel ödemekle mutlu olamasa da barışık olmayı tecrübe ediyor yani...

Keşke birey tüm bunları zamandan-mekandan-yaşadığı yerden bağımsız tecrübe edebilse...yapan var mıdır? Serde sosyal bilimcilik olunca bazen cevap çok açık bile olsa "şudur" diyememenin keyfi oluyor...

Okumalarımdan ve akademik hayat birikimimden bende kalanlara göre; birey neandertalden sapiense kadar hayat değişkenlerini (beynin evriminde) tehdit veya ödül olarak görme mekanizmasını kurarken, "diğerini merak, diğerine bilinçli bir sosyal ortamda maruz kalmak, diğerine açık olmak ve dinlemek" enstrümanlarını hakkınca kullanamamış gibi görünüyor:)

Ne zaman ki göz akı-göz bebeği oranı yaşayan canlılar arasında en büyük hale gelip, gözbebeğine de diğerini ve bilinmeyeni anlamak ve manipüle etmeyi alıyor, o vakit Descartes "düşünüyorum, öyleyse varım !" buyuruyor :) Tabii ben bir-kaç yüzbinyılı eleyerek anlattım:)

Nihayetinde TEOG kalkar, mahalledeki en yakın okul sistemi! gelir, her okulun kendi sınavını yapması gelir, o gelir bu gelir ve muhtemelen 2 seneye bunlar da değişir...

Sistem yoksunluğu değil ki mesele. O bilip tecrübe ettiğimiz bir yoksunluk zaten uzuuun süredir. 

Fikrimce mesele; "insana dair" olanı tehdit olarak alıp "insana dair olmayanı"da korku olarak görmede...İnsana dair olmayandan korkulabilir gayet tabii de bizatihi onu merak edip anlamak yolunda korkuya rağmen yelkenlerini merakla doldurup bilinmeze açılan beyinden de korkulur mu?

Çünkü o vakit insana dair olan beynin en temel varlığı olan öğrenme-merak-araştırma-yanlışlama-yaratıcılık-yanlış yaparak ilerleme fonksiyonlarından türeyen değerlerden korkmaya başlıyoruz...

Tabii ki içinde manipülasyon da olan bir içerikle  sosyalleşiyoruz, bu sosyalleşmenin evriminin mayasında var ve tabii ki bir çok "insana dair" ihtiyaca binaen...Herkesin içinde kaç bozkırkurdu var kimbilir? (Hesse'in kulaklarını çınlatalım). Yüzleşememek değil mi asıl korku?

"İnsana dair zevk, haz, acı, hayalkırıklığı, korku, endişe, paylaşma, sorgulama, karşı çıkma, yanlışlama, onaylanma-dışlanma ve nihayet özbenliğe kavuşma" yaş dönemleri itibariyle bizatihi tecrübe edilmediğinde, yetişkinlikte bunların beyindeki kurgusu ağırlıkla "çevrenin insafına ve değer sistemine" kalıyor. Ve inşallah o çevre beyinle, bilimle, vicdanla, inançla el ele ilerleyen bir çevredir diyebiliyor insan...

Etraf buram buram, korku-yılgınlık-bezginlik ve beraberinde gelen ataletten dolayı karar almayıp/alamayıp harekete geçmeme/geçememe kokuyor...
Ben buna "manasızlığa mıhlanma" diyorum. Bu benim son dönemlerde eğitimlerimde ve çevremde hissedip gözlemlediğim bir saptama. Yani örneklem benim küçük periferim...

Sanıyorum yaşayan en önemli Nörobilimcilerden Prof. Vilayanur Ramachandran şöyle der:
“ Beyin; biz günlük hayatımızda karar veririken şöyle bir prensip içinde çalışır:
Andan ana değişen aktivitelerde ‘kazanan hepsini alır’ geçerlidir. Bir görevin yerine getirilmesinde bir lob diğerine oranla %85 daha etkiliyse, beyin işi %85-%15 diye bölmez. Etkin ve baskın olanı kullanır.
Çok talepkar olmayan iş ve alışkanlıklarda (küçük işler-alışkanlıklar) tekrar tekrar öncelik alan lob, zamanla hayata olan genel bakışımızı da ele geçirebilir. Böylece bilgiyi işleme süreci, bilgiyi sürekli aynı loba göndermeye başlar. Buna lobların kartopu etkisi deniyor…”

Tam da hep beraber sağ lobun “sevgiyle ama cesaretle” duygusunu hakim kılıp, sol lobun "harekete geçip verimli çalışma" rutiniyle pekiştirme zamanı...önce kendimiz sonra evlatlar için…






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder