Önce iki Miguel Serrano sorusu, ardından benim sorular:
Nasıl oluyor da, 'artık bir fotoğrafın teknik büyüsü ve 16
megapikseli, doğuluları Tanrı Vishnu'nun aniden belirmesinden daha fazla
etkileme ve onlarda şiddetli ruhsal güçler uyandırma kapasitesine sahip
oluyor ? '(Serrano, s.101)
Nasıl oluyor da Batıda arkaik büyünün teknikleri, teknolojiye boğulmuş beyaz adamı büyülemeye başlıyor?' (Serrano, s.102)
Nasıl oluyor da 'doğuya rasyoneli bu denli öğretmeye meraklı batı, rasyonel işgününü müteakip, şakır şakır çakra açmaya, meditasyona, yogaya, mistisizme koşuyor?
Nasıl oluyor da, rasyonel aklın, bu ara en çok para kazandığı tema doğu kaynaklı öğretiler oluyor ve bunları batılı eğitimciler doğulu sivillere anlatıyor:))
Nasıl oluyor da doğunun içe dönme yöntemleri, kolektif bilinçdışına yetmemeye ve dışa açılmaya başlıyor?
Nasıl oluyor da aslolan bilinçdışıyken, bilinç bize hükmetmeye çalışıyor?
Belki de Jung'un dediği gibi: 'Eğer Tanrı dünyasını öngörebilseydi, dünya duyarsız bir makineden, İnsanın varlığı da fuzuli bir mahluktan başka bir şey olmazdı...
Aklım bu son olasılığı tahayyül edebiliyor, ama tüm benliğim buna 'Hayır' diyor...'
Looking down on empty streets, all she can see Are the dreams all made solid Are the dreams all made real All of the buildings, all of those cars Were once just a dream In somebody's head She pictures the broken glass, she pictures the steam She pictures a soul With no leak at the seam Lets take the boat out Wait until darkness Let's take the boat out Wait until darkness comes Nowhere in the corridors of pale green and grey Nowhere in the suburbs In the cold light of day There in the midst of it so alive and alone Words support like bone Dreaming of mercy st. Wear your inside out Dreaming of mercy In your daddy('s arms again Dreaming of mercy st. 'swear they moved that sign Dreaming of mercy In your daddy's arms Pulling out the papers from the drawers that slide smooth Tugging at the darkness, word upon word Confessing all the secret things in the warm velvet box To the priest-he's the doctor He can handle the shocks Dreaming of the tenderness-the tremble in the hips Of kissing Mary's lips Dreaming of mercy st. Wear your insides out Dreaming of mercy In your daddy's arms again Dreaming of mercy st. 'swear they moved that sign Looking for mercy In your daddy's arms Mercy, mercy, looking for mercy Mercy, mercy, looking for mercy Anne, with her father is out in the boat Riding the water Riding the waves on the sea
Sosyal Psikolojinin ucundan kıyısından derken, bataklığa gömüleli epey oldu:))
Bu aralar elimde 2 tuğla kudretinde bir kitap var: The Oxford Handbook of Pshchiatry. Görmüş, geçirmiş teorisyen ve pratisyenlerin akademik olarak hazırladıkları, bulgulara dayalı bir ansiklopedi diyeyim.
Pat Bracken ve Philip Thomas imzalı; 'Challenges to the Modernist Identity of Psychiatry: User Empowerment and Recovery' başlıklı makale çok ilgimi çekti. İçinde bilişsel davranışçı terapinin açtığı yollarla ilgili yorumlar var. Bu yıl içinde, Amsterdam Üniversitesi'nde düzenlenen bir kitap tanıtım etkinliğinde de, benzer konuda çalışma yapan sinirbilimcilerle tartışma imkanı bulmuştum. Aşağıdaki yorumları paylaşıyorlardı. Makaleden - mümkün olduğunca sadeleştirerek - bir özet aktarayım:
'Bilişsel
Davranışçı Terapi (BDT) çeşitlerinin, psikoterapik başarıyı artırdığına dair çok az bulgu var. Bu tür terapilerde hedef; hastanın
biyolojik veya psikolojik spesifik problemlerine odaktan ziyade, güven ve umudunu
tamir etmektir.
Mental bulgulardan kurtulma, son dönemlerde farklı anlamlar
taşımaya başladı. Bu anlamlar ise, BDT alan insanlardan çoğunun, hayatı boyu
süren psikiyatrik durumlardan kendi kişisel kurtuluşlarını ve bu
‘kurtuluş yolculuklarının’ diğerlerine de ilham vermesini sağlamak amacıyla otobiyografik
kitaplar yazmaya başlamasıyla yaygınlaştı.
Bu kişisel tecrübelerden bazıları iyileşme yolunda mental
sağlık hizmetlerine işaret ederken, birçoğu bundan hiç bahsetmedi. Bazıları
geleneksel psikiyatrinin kendi yollarını bulmaya sekte vurduğunu söylerken,
bazıları ise hayatlarını kuşattığından şikayet etti.
Bugün,
çok ciddi zihinsel hastalıktan kendi yollarıyla kurtulduğunu yazan muazzam bir
literatür var artık. Bu literatür, zihinsel problemlerin çözümünü, tanı koymak,
değerlendirmek, sınıflandırmak, hastalığın gelişimini takip edip, öngörmek ve
tedavi etmek odağından, teknik ve spesifik olmayan odağa çevirdi.
Bu
literatür; ümit nasıl oluşturulur ve sürdürülebilir, çok ciddi bir krizin
ortasında dahi ağırbaşlılık ve sakinlik nasıl korunur ve bireyin sağlığa-mutluluğa
yaptığı yolculukta kişisel gelişim nasıl asıl itici güçtür gibi soruları
öncelleştirdi.
Bu
literatürün, klinik sağlık hizmeti alan bireylerin bu hizmetlerden öncelikli
beklentileriyle uyuşması, klinik/teknik olmayan DBT'nin önemine önem kattı. Bu beklentiler (Faulkner and Layzell 2000) araştırmasındaki şekliyle:
Kabul görme
Hastaların; kendilerine benzer tecrübe yaşayanlarla
paylaşım ihtiyacı,
Duygusal destek
Yaşamak için bir neden arayışı
Hayata dair anlam ve amaç arayışı
Huzur ve dinginleşme isteği
Kontrolü elde tutarken, seçeneklere sahip
olma isteği
Güvende hissetme arayışı
Zevk alma ihtiyacı...
Makalenin sonunda yer verilen atıf ise enteresan:
Dr Mike Slade:
Kişisel kurtuluşa
odaklanan bir hizmette, klinik modelle olan uyuşmazlığın hiçbir önemi yoktur.
Önemli olan; insanların kendi anlamlarını kendilerinin bulmasıdır ki, böylelikle bu; kendi
yaşadıkları tecrübelere bir anlam katacak ve gelecek için umut sağlayacaktır.
Neden? Çünkü anlam arayışı yolculuğunda, acı çekmek dayanılabilirdir, insanı asıl
delirten ise anlamsız acı çekmektir…
Anlam bulmak, yola devam etmektir…Tam
tersine, klinik iyileştirmeye odaklı 'sezgi ve anlayıştan yoksun' zihinsel sağlık
hizmetlerinden kaçınılmalıdır, çünkü bunun kabulü hastalık belirtisi-bulgusudur ki, adı
üzerinde belirti-bulgu bireyce hiç arzu edilir değildir…
2014 yılında bir bekar öğretmen bin 894 lira maaş, artı bütün ek derslere girerse 543 lira, 273 lira da bu zam. Dolayısıyla 2014 yılında 2 bin 710 lira maaş alacaklar. Öğretmen 3 çocuk sahibiyse, Başbakanımızın tavsiyelerini dinlediyse, 2014 yılındaki maaşı 2 bin 988 lira alacak. Bunlar yeni
başlayan öğretmenlerimiz içindi, peki kıdemli öğretmenlerimizin durumu
ne olacak? Birinci derecenin dördüncü kademesi evli, eşi çalışmayan, 3
çocuk sahibi ve bütün ek derslerine giren öğretmenimiz 2014 yılında 3
bin 334 lira maaş alacaklar.Vallahi çok iyi...ama 3 çocuğun olacak yanii...
Önce
kendine bakamayan insan, senin insanına nasıl baksın? Ver gazı sonra;
fedakar, medakar, toplumun temeli vs...örtmenlerimiz...yok ya...
Devlet
okullarında ısınma, temizlik, tahta sorunuyla uğraşırken, özel
okullarda kendini; icloud'a video atıp ipad crack eden, öğle
yemeklerinde feng-shuiden, suşiden filan konuşan çocukların arasında
bulan 'akıl sağlığı' yerinde örtmenler...
Sonra feysbuk, twitter ortamlarında ülke ikiye bölündü...
Türkiye'de bir kısım sivillerin vicdanı hala yerinde bin şükür ki, sosyo-ekonomik gerçekliği 'paylaşmanın ve sosyal örüntüyü korumanın' hayatiyetinin farkında hareket ediyorlar...Bu toplumu hala tutan bu...
Hala aile yani...
Ama nereye kadar? Zorrr...
Niye zorrr?
Bireyselleşmeye yüklediğimiz payeyle, 'önce ben' öğretisini 'hep ben'e çevirdik çoktan...hala da ısrar ediyoruz da ondan daha zorrr...
Alenen ekmek derdinde olan örtmenlerimize bir de gittikçe;
sorumluluklarını yerine getirmeden, hak talep eden,
'herşey hakkım' salaklağına tapan,
saygısızca konuşmayı demokratik özgürlük sanan,
fark yaratmak adına kimi zaman soytarıya dönüşen,
rekabeti; kişisel gelişimin en önemli payandası saydıkça bölüşmeyen,
konuşurken çocukluğa değil büyüklüğe öykünen ÇOCUKLARLA ve;
örtmen; kalorifer mi-ufo ısıtıcı mı, yoksa soba mı (hala bunun ajitasyon olduğunu sanan var bu memlekette halaaa) denklemindeyken, akşam sonsuz kullanımlı ipadinden avustralya outback eriğini keşfedip, ertesi gün bunu örtmenine sorduğunda 'o ney evladım' cevabını akşam babasına tüm saflığıyla; 'bizim örtmen daha bunu bilmiyo' diye aktaran ve ertesi gün okul koridorlarını kabusa çeviren çemkiren EBEVEYNLERLE uğraşmak düşüyor...
Ben örtmen değilim, öğretim üyesiyim:))
Üniversitede 24. yılım...
Yukarıdaki bahsi geçen örtmen ücretlerinin çoook ötesinde kazanıyorum. Örnek verecek olursak en az %40 daha fazla diyeyim...
Eee herkes kendi seçimiyle yaşıyor bu hayatta...
Peki biz eğitimci kategorisinden hayata devam edenler niye bunu seçtik?
Ben diğerlerini bilemem ama kendimi biliyorum:
1980'li yıllarda Çocuklarla Ve Gençlerle Çalışma İsteğine Bağlı İflah Olmaz Salaklık Sendromu(ÇVGÇİBİOSS) bedavaydı...ben o hakkımı kullandım.
Halimden memnun muyum? Sendrom diyorum daha ne diyeyim...
Haa klasik haz patlamaları yaşıyoruz tabii: Kars'tan, Trabzon'dan, Minnesota'dan ve Newcastle'dan kart gelince filan...bir 24 yıla daha değer...
Demokrasiyi de; 'ekonomik ve sosyal durum 'stabil', durduk yere borsayı, memleketi alaşağı etmeyelim, mevcuda devam' düşüncesine indirgemiş Covent Garden şarapseverlerine,
Kürt terminolojisi ve Atatürk eleştirisini memleketin tek ve en önemli siyasi açılım ve kültürel zenginliği saymaya da biat etmeye devammm...
İlişki kuramayanlar için; 'ilişki koçluğu' yapıyorum... Eeee ne kaaa ekmek o kaaa köfte...
Yahu bir toplantıya girmiştim, hangi parçayla açılsın...sohbetlerinin olduğu...bildik:))
O esnada VH1 açık ve zooort Jamiroquai çıkmasın mı...
Herif kesin filozof kesinn..
Zaten hörmetler içinde dinlerim yıllardır,
Bu kez Virtual Insanity'i satır satır dinledim...
Fazla söze gerek yok, vallahi yok...
Budur...
Meraklısına kıyak: Hem orijinal klip hem live...sözler? Zaten onlar...
Virtual insanity
Ooh yeah
what we're living in?
Let me tell ya
It's a wonder that man can eat at all
When things are big that should be small
Who can tell what magic spells
We'll be doing for us?
And I'm giving all my love to this world
Only to be told
I can't see, I can't breathe
No more will we be
And nothing's going to change the way we live
'Cause we can always take but never give
And now that things are changing for the worse
See, Wha, it's a crazy world we're living in
And I just can't see that half of us immersed in sin
Is all we have to give these
Futures made of virtual insanity
Now always seem to be governed by this love we have
For useless, twisting, all our new technology
Oh, now there is no sound, for we all live underground
And I'm thinking what a mess we're in
Hard to know where to begin
If I could slip the sickly ties
That earthly man has made
And now every mother can choose
The color of her child
That's not natures way
Well that's what they said yesterday
There's nothing left to do but pray
I think it's time I found a new religion
Waoh, it's so insane
To synthesize another strain
There's something in these futures that we have to be told
Futures made of virtual insanity
Now always seem to be governed by this love we have
For useless, twisting, all our new technology
Oh, now there is no sound, for we all live underground
Now there is no sound
If we all live underground
And now it's virtual insanity
Forget your virtual reality
Oh, there's nothing so bad, oh yeah
I know yeah
I know what can go on
Of this virtual insanity, we're livin' in
Has got to change, yeah
Things, will never be the same
And I can't go on while we're livin' in
Oh, oh virtual insanity
Oh, this world, has got to change
'Cause I just, I just can't keep
Going on, it was virtual
Virtual insanity that we're livin' in
That we're livin' in
That virtual insanity is what it is
Future's made of virtual insanity
Now always seem to be governed by this love we have
For useless, twisting, all our new technology
Oh, now there is no sound, for we all live underground
Future's made of the virtual insanity
Now we always seem to be governed by our love
For these useless, twisting of our new technology
Now there is no sound, for we all live underground
Yes we do
(Living in virtual Insanity)
Now this life that we live in
It's oh so wrong
(Living in virtual Insanity)
Shout out the window
Do you know that there is nothing worse than
(Living in virtual Insanity)
A man-made man
Still there's nothing worse than
(Living in virtual Insanity)
A foolish man, hey
Virtual insanity is what we're living in
Yeah, it's alright
O kadar çok doğuya giden oldu ki benim çevremden, döndükleri yer, hep dünyanın yuvarlaklığının ispatıyla son bulan yer oldu...
Doğu, durduğu yerde ağır galiba, bana öyle bir his geliyor.
Yani doğuya gidip 'gereğini yaptıktan sonra' batıya dönünce sihir, mistisizm sandal ağacı tütsüsünde devam ediyor...sanki...
Bütün dinginlik, tekamül, öğretiler eğitime tahvil edilince, eğitilenler yoğun bir anlayış, farkındalık, tekamül girdabının içinde, zaten araya sıkışmış köprü bir memleket ve kültürün oryantal zekasıyla işin içinden çıkmaya çalışıyorlar...sanki...
Ne zamandır elimde olan Miguel Serrano'nın, C.G.JUNG-HERMANN HESSE: İKİ DOSTLUĞUN ANILARI kitabını bitirdikten sonra bu hissiyatım iyice serpildi...
Ezoterik ve Mitolojik sembolizm konusunda kendini bir hayli yıpratan (bir hayat kadar) Şilili yazar, şair ve kaşif Serrano'nun iki önemli isimle paylaştığı dostluk ve anılarından oluşan kitabın içinde de doğu-batı sentezi ve arada kalmışlığa isim koyma çabalarını okudukça, benliğin, kendi coğrafyasından doğuya uçmak için çırpınışları dikkatimi çekti...
Ve hemen ardından nafile coğrafyadan bildik coğrafyaya kurulan rafya köprüler...
Örneğin, o kadar çok özlü söz, öğreti ve alıntı okyanusu oluştu ki benim etrafımda, günün 24 saatini 'valla doğru, pess, breh breh, dur şunu da not alayım, şunu çakrama yazayım, bu çok derin dalmayayım' nidalarıyla geçiriyorum...
Hiç anlayamadıklarım oluyor mesela; tamamen benim kifayetsizliğimden...
Ancak karşımdaki hafif kısık gözlerle ve anormal bir tevazu içinde o sözü söyleyince, 'ulan kalıbına yazık oğul, biraz insan ol, kendini ver, anlamıyorsan bile anlayana saygı göster' ruh halinde kıvranıyorum...
Karşımdaki Meng-Tse, Efendi Djü-dschi, Krişhna, Siddhaların Kaivalyalarından filan dem vurup, çakraların yerlerini göstermeye başlayınca cahilliğim arşa çıkıp, trompet çalıyor...
Diyorum ki kendi kendime; tekamül nireee sen nire...
Bana sözünü hiç esirgemeden paat diye konuşan insanlar çok lazım oluyor.
Yoksa çabuk şımarmaya meyilli bir yapım var.
Füsun arkadaşımız, Geştalt komününde bu görevi layıkıyla yapanların başında gelir bana göre:))
Gayet kestirmeden ama hiciv sanatının inceliklerinden kopmadan paaattt...
Birgün bir sohbet arasında; 'Feysbuk fotoğraflarına baktım, senin hayatında yer alan kişiler bu kadar mı acaba? Çocukların çok ağırlıkta...aile filan...
Bazı fotoğraflarındaki gülüşlerin de, çocuklarınla çektirdiklerine göre sanki daha farklı' dedi...kimbilir hangi anlamda ama...
Dokandı....
Şöyle düşündüm; niye feysbuka fotoğraf koyuyorum? Sonra bir kaç gün feysbuka koyulan sıfat fotoğraflarına baktım...hepsine, hiç ayırdetmeden...
Fotoğraflar ne kadar yalan kardeşim...ne kadar suni...sürekli her dakika bir kendini teşhir ihtiyacı, inanılmaz derecede birbirinin aynı (korkarım bazıları ayna karşısında bile çalışılmış) koccaman kahkahalar, dişler, efsunlu bakışlar, kafanın belli bir açıyla objektifin göbeğine göbeğine bakması...çalışılmış, besbelli...
Ve teşhirin dayanılmaz cazibesi...
Bir insan neden yemeye başladığı yemeğin evrelerini arka arkaya çekip, sonuna da 'final' yazar? Bunu sürekli yapar? Bu paylaşım değil; görünme, hayatımızı birilerinin takip ettiğini bilme ve böylelikle hazza ulaşma ihtiyacı...
Füsun'un vişneçekirdeği bloğundan alıntıyla; "Yaşamınızın tanığı yoksa, bedenen var olursunuz ama ruhen olamazsınız. "(Doğan Cüceloğlu-Onlar Benim Kahramanım kitabından)
(Bu söz günlerce aklımdan çıkmadı, sizce de çok anlamlı bir söz değil mi? blog için: http://visnecekirdegi.blogspot.com
Muhtemelen Cüceloğlu'nun tesbiti bu teşhir ajitasyonuna işaret etmiyor olsa gerek...
Ne fena değil mi? artık fotoğraf veya videosunu çekip yayınlamadığımız herhangi bir an, varolmayan bir an haline geldi...
Yazık...satırlar kifayetsiz, okuma değersiz, betimleme gereksiz, canlandırma sıradan, dramatizasyon sadece komedi ve yaratıcılık teknolojik imgelem ve sembolleme oldu...
Üstelik hemen hemen hepsi sonradan düzeltilmiş, renklendirilmiş, ışıklandırılmış, netleştirilmiş görüntülerle...
Peki ben ne napıyorum? Vallahi yalan yok; olan bitene yetişme, benim de ailem var, çocuklarım var, ulan yok olup gitmeyeyim beni de görünnn...diye herhalde...
Şuradan başlamaya karar verdim; bu delilikten kopma yolunda önce fotoğraflara, sonra kantarımın topuzuna, şirazemin kaymamasına mutlak özen göstereceğim...
Fotoğraflara tekrar bakacağım...orada olması gerekenlere de...ben dahil...
Geçen gün eğitim için Ankarama uçarken, kıymetlimiz-değerlimiz kategorisinden hayatımızda olan Kerim Kitaplı dostumun (ki gerçek ve mutlak bir söz-kelam ve kalem erbabıdır...bloğun ismine bakar mısınız: Herkes Arif ama illa bir Tarif...hemen yana ekledim, okunması elzem...) blog yazmaya başladığı haberiyle içim de hafiften uçuşarak derlendim...
Bu fotoğrafları bu sabah saat 07.45 sularında ard arda çektim, Ankara pusluyken...
Dolayısıyla milyonlarca takipçimi müziksiz, yazısız bırakmayayım diyerek, hala Leaving Las Vegas seyretmemiş olanlara, iki adet film müziği tokatı gelsinnn...
Benle beyini birleştirdim. Beynim; çokca nüfuz ettiğim bir hanem değildir. Çok kullanamadım hakçası... Yani rahatlıkla 'öğretmenden, az kullanılmış, temiz' diye ilana çıkabilirim... Herhalde vardır hakkıyla kullanacak bir nöron ağı kişisi... Neyse, ne zaman beynimi kullanmaya yeltensem, 'ben' sıyrılıyor aradan. Gerçek hissettiğimi, yalansız, dolansız söylemeyi becerebilmemin beynimle hiç ilgisi olmadı, hep benle ilintiliydi... Sonunu düşündükçe kararacağım kararların haz duygumu dürtmesi; beyinsiz benime ait... Böylelikle hiç düşünmemenin avare cesareti ben'i, beynimsiz sarıp sarmalıyor, çok güzel oluyor... Ama tabii insanlarım, genellikle beyinli benle iştigal etmek istiyor... Çoğu zaman hüsrana uğramaları bundan... Dolayısıyla kaçamak köylerden, kaçamadığım sitanbula dönüyorum... Çok acı oluyor beyinli benin sitanbula dönmesi... Sitanbulu gerçek sananlar: öyle bir kent hiç olmadı ! Ben de beynimle ben olamadım... Ama beyinsiz benim de çok kaybetti... Kayıpların buruk hazzını da çook severim aslında ama, Bu ara, sadece bir süreliğine, beynle gidiyorum...
Neyse, sustainable bir jörniy en azından...çok moda ya...
Bu aralar ne az şükrediyorum yahu !
Kaç yaşına geldim iyi-kötü...
Bir hayat kurdum legolardan, bazen altından çekiyorum bir kaç tane bakalım devriliyor muyum diye...devriliyorum, İyi de oluyor, başka yol-yordamla tekrar ayağa kalkmaya filan çalışıyorum...
İnsan bazı dönemlerde işi-gücü bırakıp kendiyle uğraşıyor ya...
Dünyada ters giden her şey beni buluyor sanrısı...
Bunu 'gücüm' haline getirdiğimi anlıyorum o zaman.
Önce hafiften bir keyif rüzgarı esiyor tüylerimi okşayan, sonra alışkanlık, sonra belagata kuvvet bunu sevdiğime de inanmaya başlıyorum...
Bu beni çoğu zaman en tehlikeli ve kolay girilen navlunsuz liman; 'kurban psikolojisine' sığındırıyor...
Şu cümle pelesenk oluyor ağzıma, yüzüme: 'sen benim ne çektiğimi biliyor musun? '
Karşıdaki insanımı çaresiz, sözsüz ve beni de niyetsiz ve kifayetsiz bırakan cümle...
Bak bir kendine, etrafına...ne acılar, ne hayatlar, ne mücadeleler var senin lügatına uğramamış, sana ölüm, berikine yaşamın ta kendisi olan...