Konu
eğitim olunca ağlamak daha uygunken, hele evlat olunca can çok yanarken,
akdeniz ülke kültürü işte; gülüyoruz halimize..
Bir
yandan da konuyu zülfü yare dokunmadan yorumlama derdi...
Nitekim
yar; çok hassas, kırılgan ve suçlayıcı olabiliyor bu aralar...
Ama asıl soru; yarin "değerlerine" ne oluyor acaba?
Değer yaratamama kadar az-buçuk kalanları da kaybetmek hepimizin endişesi...
Halbuki eğitim de tam tersi; değer yaratma ve koruma işi değil mi?
Birey
değerlerini ne zaman ediniyor? Bir kısmını doğuştan diye kabul edersek asıl
önemli kısımda;
Çevreyi
gözlemliyor; merak; yeniyi deneme dürtüsünü destekliyor, başarıyı,
başarısızlığı, sevgiyi, aşkı, cinselliği, erdemi, ahlakı, parayla olan bireysel
ve ailesel ilişkisini, para varken ki halini, yokken ki halini, bohemliği,
karşı çıkmayı, "deli"kanı, sebat etmeyi, başkaldırmayı, okumayı,
susmayı ve zamanlı-mekanlı konuşmayı başkasının benliğinde gözlemliyor yani...
Kendini
gözlemliyor; ne kadar taklit becerisi olduğunu, acıyı-yoksunluğu-yoksulluğu
görüp bilirken sorumlu hissetmeyi, karşısındakinin ruh halini görürken yüzüyle
aynı mimik ve jesti yapmayı, "o" olmayı, kıymet bilmeyi,
20'lerindeyken "kaç yılı geride bıraktım? tecrübesini orta yaşlardan
sonra "kaç yılım kaldı?" birikimine evirmeyi, her yaşı yaşarken onun
hakkını vermeyi, yaş yaş kendine hayat mentoru seçmeyi, özdeşleşmeyi,
belirsizlik-rutin-stres-baskı altında birey olarak kalabilmeyi, böyle
ortamlarda ailesini güçlü kılabilmeyi, onları da kendilerini güçlü kılacak
bireyler olarak yetiştirebilmeyi, hata yapmayı, çirkin ve korkunç yanlarını ve bedeli kendini tüketmeden
ödemeyi, bedel ödemekle mutlu olamasa da barışık olmayı tecrübe ediyor yani...
Keşke
birey tüm bunları zamandan-mekandan-yaşadığı yerden bağımsız tecrübe
edebilse...yapan var mıdır? Serde sosyal bilimcilik olunca bazen cevap çok açık
bile olsa "şudur" diyememenin keyfi oluyor...
Okumalarımdan
ve akademik hayat birikimimden bende kalanlara göre; birey neandertalden
sapiense kadar hayat değişkenlerini (beynin evriminde) tehdit veya ödül olarak görme mekanizmasını
kurarken, "diğerini merak, diğerine bilinçli bir sosyal ortamda maruz
kalmak, diğerine açık olmak ve dinlemek" enstrümanlarını hakkınca kullanamamış
gibi görünüyor:)
Ne
zaman ki göz akı-göz bebeği oranı yaşayan canlılar arasında en büyük hale
gelip, gözbebeğine de diğerini ve bilinmeyeni anlamak ve manipüle etmeyi
alıyor, o vakit Descartes "düşünüyorum, öyleyse varım !" buyuruyor :)
Tabii ben bir-kaç yüzbinyılı eleyerek anlattım:)
Nihayetinde
TEOG kalkar, mahalledeki en yakın okul sistemi! gelir, her okulun kendi
sınavını yapması gelir, o gelir bu gelir ve muhtemelen 2 seneye bunlar da
değişir...
Sistem
yoksunluğu değil ki mesele. O bilip tecrübe ettiğimiz bir yoksunluk zaten
uzuuun süredir.
Fikrimce
mesele; "insana dair" olanı tehdit olarak alıp "insana dair
olmayanı"da korku olarak görmede...İnsana dair olmayandan korkulabilir gayet tabii de bizatihi onu merak edip anlamak yolunda korkuya rağmen yelkenlerini merakla doldurup bilinmeze açılan beyinden de korkulur mu?
Çünkü o
vakit insana dair olan beynin en temel
varlığı olan öğrenme-merak-araştırma-yanlışlama-yaratıcılık-yanlış yaparak
ilerleme fonksiyonlarından türeyen değerlerden korkmaya başlıyoruz...
Tabii
ki içinde manipülasyon da olan bir içerikle sosyalleşiyoruz, bu sosyalleşmenin evriminin mayasında var ve tabii ki bir çok "insana
dair" ihtiyaca binaen...Herkesin içinde kaç bozkırkurdu var kimbilir? (Hesse'in
kulaklarını çınlatalım). Yüzleşememek değil mi asıl korku?
"İnsana
dair zevk, haz, acı, hayalkırıklığı, korku, endişe, paylaşma, sorgulama, karşı
çıkma, yanlışlama, onaylanma-dışlanma ve nihayet özbenliğe kavuşma" yaş
dönemleri itibariyle bizatihi tecrübe edilmediğinde, yetişkinlikte bunların
beyindeki kurgusu ağırlıkla "çevrenin insafına ve değer sistemine"
kalıyor. Ve inşallah o çevre beyinle, bilimle, vicdanla, inançla el ele
ilerleyen bir çevredir diyebiliyor insan...
Etraf buram buram, korku-yılgınlık-bezginlik ve
beraberinde gelen ataletten dolayı karar almayıp/alamayıp harekete geçmeme/geçememe
kokuyor...
Ben buna "manasızlığa mıhlanma" diyorum. Bu benim son dönemlerde eğitimlerimde ve çevremde hissedip gözlemlediğim bir saptama. Yani örneklem benim küçük periferim...
Sanıyorum yaşayan en önemli Nörobilimcilerden Prof.
Vilayanur Ramachandran şöyle der:
“
Beyin; biz günlük hayatımızda karar veririken şöyle bir prensip içinde çalışır:
Andan ana değişen aktivitelerde ‘kazanan
hepsini alır’ geçerlidir. Bir görevin yerine getirilmesinde bir lob diğerine
oranla %85 daha etkiliyse, beyin işi %85-%15 diye bölmez. Etkin ve baskın olanı
kullanır.
Çok
talepkar olmayan iş ve alışkanlıklarda (küçük işler-alışkanlıklar) tekrar
tekrar öncelik alan lob, zamanla hayata olan genel bakışımızı da ele
geçirebilir. Böylece bilgiyi işleme süreci, bilgiyi sürekli aynı loba
göndermeye başlar. Buna lobların kartopu etkisi deniyor…”
Tam da hep
beraber sağ lobun “sevgiyle ama cesaretle” duygusunu hakim kılıp, sol lobun "harekete
geçip verimli çalışma" rutiniyle pekiştirme zamanı...önce kendimiz sonra
evlatlar için…